Son yazımızda bu konuya giriş yapmıştık.
Devam edelim.
Türkiye’mizdeki eğitim sisteminin başarısının toplumsal algısı, herhangi bir fakültenin mezunlarını bekleyen ve bu mezunların okulda öğrendiklerini uygulama imkânına sahip olacakları mekânların bulunması ile ölçülmektedir. Bu da, belli fakültelerden mezun olanların sahip oldukları mesleklere saygıyı beraberinde getirmektedir.
Hukuk fakültesinden avukat unvanı ile mezun olan gençleri, yüzlerce adliye binası, binlerce hukuk bürosu ve aydınlığa kavuşturulması gereken yüz binlerce itilaflı mesele beklemektedir.
Eğitim fakültesinden mezun olan genç öğretmenleri, milyonlarca öğrenci, binlerce okul ve yüzlerce dershane beklemektedir.
Tıp fakültesinden mezun olan öğrencileri yüz binlerce hasta ve binlerce hastane beklemektedir ve cebinde meteliği olmayan ve sağlığını kaybetmiş insanlar, bu mezunlardan medet beklemektedir.
Fizik kurallarını öğrenerek hayata atılan öğrencileri, yüzlerce kamu kurumu ve binlerce mimarlık mühendislik ofisi beklemekte ve bu mesleği yapanlar sırça köşklerde oturmaları için çok fazla beklemek zorunda kalmamaktadırlar.
İktisadi ve idari bilimler mezunu öğrencilerini, binlerce kamu kurumu, binlerce özel sektör kuruluşu ve yüzlerce banka beklemektedir ve hepsi birer teorisyen adayı durumundadırlar.
Bütün bu mezunlar, hizmet verdikleri alanlarda kabul edilen insanlar olarak hayatlarını sürdürmekte ve sahip oldukları mesleklere duyulan saygı, kendileri için en önemli motivasyon kaynaklarından biri olmaktadır.
Zannetmeyelim ki, bu meslekleri öğreten eğitim kurumları ve konumuz özelinde fakülteler, çok nitelikli eğitimler veriyorlar. Böyle bir zan bizi, sistemin işleyişindeki adâletsizliği görmemize engel olmaya götürecektir.
Nedir bu adâletsizlik?
Bunu ortaya koyabilmek için halkla ilişkiler eğitimini alan öğrencileri bekleyen kurum veya kuruluşların varlığını sorgulamak, kanaatimce yeterli olacaktır. Çünkü bir eğitimin mesleğe dönüşmesine etki eden en önemli unsur, öğrenilen teorinin uygulama alanlarının belirli olması ve o alanların uygulama faaliyetlerine aç olmasıdır. Öğretmen bekleyen okullar, doktor bekleyen hastaneler gibi.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, sizi bekleyen adliyelerin, okulların, ofislerin, hastanelerin olması, sizin teorik bilginizin kabul ve saygı görmesi demektir. Saygı gören teorik bilginiz, bu uygulama alanlarında, saygı duyulan bir mesleğe dönüşecektir. Hastaneler sâyesinde uzman bir doktora, adliyeler sâyesinde korkusuz bir avukata, okullar sâyesinde babacan bir öğretmene, ofisler sâyesinde yetenekli bir mimara dönüşeceksiniz. Bütün bunları birlikte değerlendirdiğimizde ve halkla ilişkiler mezunları ile karşılaştırdığımızda, sanırım sistemin adâletsizliğini ifade etmiş oluyoruz.
Halkla ilişkiler eğitimi veren fakültelerin öğrencilerine verdiği teorik bilgiler noktasında üç aşağı beş yukarı aynı şeyler söylenecektir ve bu eğitimlerin yetersiz olduğunu söylemek, vakitlerini bu gençlere vakfeden hocalara haksızlık olacaktır.
Verilen eğitim yeterli, yetiştirilen gençler kalifiye insanlar ve mümkün olduğunca da uygulamalarla eğitimler desteklenmekte. Öyleyse sorun nedir? Mezun olan insanlar neden bir meslek sahibi olamamaktadırlar? Neden toplum içinde mesleğine saygı duyulan bir konuma gelememektedirler?
Bu zamana kadar mutlaka bu sorulara cevaplar aranmıştır ve daha başka sorular da sorularak, bu çıkmazlarla mücadelenin yolları aranmıştır. Biz de bu yazılarımızda birkaç hususu ön plana çıkarmayı amaçladık.
Öncelikle, şunu ifade etmeliyiz ki, halkla ilişkiler eğitimi veren kurumlar, öğrencilerini mezun ederken, yalnızca o okulun mezununa verilen bir unvan ile mezun edememektedirler. Dört yıllık eğitim hayatı boyunca bir öğrenci, “ben şunu olacağım” deme imkânından yoksun bir şekilde yıllarını geçirmektedir.
İnsanların hedeflerini belirlerken sahip oldukları en önemli motivasyon kaynağı, hedeflerine bir isim koyabilmeleridir. Halkla ilişkiler öğrencisi, maalesef kendine bir isim ve meslek adı bulabilmiş değil henüz.
Bu arada yerimiz de bitmiş.
Devam edeceğiz İnşaallah.