Müslüman, her durumda Hakk’ın hatırını, halkın hatırından önce tutar ve tutmalıdır. Çıkar elde edebilmek, ya da tribünlere oynamak için Allah’ın hakkını pas geçip insanları memnun etme adına, ahirette kendini zor durumda bırakacak bir yolu tercih etmez, etmemelidir. Yaptıklarına ve ağzından çıkanlara dikkat etmelidir. Ahiret kaygısı olan “akıllı insan” böyle yapar.
Moda deyimi ile “Konjonktüre uygun davranma” sonucu, bir takım değerlerimizi kuvveden fiile çıkaramama durumuyla karşı karşıyayız. Bazen de bu “konjonktür” hazretleri işimize geldiği için sorumluluktan kurtuluşu, ona sığınmakta bulduğumuz da bir gerçek!!!
Elbette dengeli bir şekilde konjonktürü hesaba katmak, yani şartların getirdiklerine göre tavır belirlemek, İslam’ın ruhunda vardır. “Allah kimseye gücünün yetmediği bir şeyi yüklemez.” (2/Bakara:233, 286; 65Talak:7). Bu konuyla ilgili gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse “Yaşayan Kur’an Hz. Muhammed (s.a.v)” bizlere, uygulamalarıyla örnek olmuştur. Nerede ve hangi konuda susulması, nerede ve ne zaman konuşulması, nerede sakinleşilmesi ve nerede kükrenmesi gerektiğini Ulu Önderimiz (s.a.v), yirmi üç yıllık tebliğ hayatında, tatbikatıyla göstermiştir. Bu yirmi üç yıllık tebliğ döneminde hep “Hakk’ın hatırı” ön planda olmuştur.
Şimdi Rasûlullah’ın hayatından, “Hakk’ın hatırı” için neleri gözden çıkardığını ortaya koyan yüzlerce tablodan birini zikretmek istiyorum. Ebu Talib’in vefatından sonra Peygamberimize karşı Kureyş’in zulmü daha da artmıştı. Bunu gören amcası Ebu Leheb’in, akrabalık duyguları harekete geçmiş ve Rasûlullah’a gidip “Ey kardeşimin oğlu! Ebu Talib sağken, ne yapıyor idiysen, şimdi de aynısını yapmakta serbestsin,” diyerek himayesine aldı. Ebu Leheb’in bu tutumu Kureyş’in üzerinde bomba etkisi yaptı, paniklediler. Bu himayeyi yıkmak için çok zekice bir plan yaptılar ve başarılı da oldular. Ebu Leheb’ten, Rasûlullah’a “Abdü’l Muttalib’in durumunun ne olduğunu” sormasını istediler. O da sordu. Soru açık ve belirgindi. Bu durumda Rasûlullah’ın önünde iki seçenek vardı: Ya, İslam dininden taviz vermek veya pazarlığa girmek... Karşılığında ya himaye devam edecek veyahut da Abdülmuttalib hakkında Allah’ın hükmünü söyleyecek ve himaye yıkılacaktı. Himaye hiçbir zaman akideden taviz verilmek suretiyle elde edilmemişti. Onun için amcası Ebu Leheb’e “O, ateştedir” diye cevap verdi. Ebu Leheb de: “Ebediyete kadar sana düşman olarak kalacağım,” diyerek geri dönüp Kureyşlilerin saflarına katıldı. (Buhari, Sahih, 2/98, 4/230, 231, 247; Münir Muhammed Gadban, Nebevi Hareket Metodu, 1/130; M.Asım Köksal, Hz.Muhammed ve İslamiyet, Mekke Dönemi, 12/334;)
Eğer Rasûlullah (s.a.v), Abdülmuttalib hakkındaki hükmü açıklamasaydı, Abdülmuttalib’in Hak üzere olduğu anlamına gelecekti. Kureyş’in hepsi, Abdülmuttalib’in dini üzere idiler. Öyleyse bu iki gurubu ayırmanın hiç bir anlamı yoktu. Yolun ortasında Rasûlullah’ın getirdiği İslam ile Abdülmuttalib’in küfür dininin birleşebilmesi mümkündü. İşte Rasûlullah (s.a.v), böyle bir anlayışa mahal vermemek için “O, ateştedir” hükmünü açıklamıştır. “Hüzün yılı” diye anılan, sevgili eşi Hz. Hatice’yi ve en büyük hâmisi Ebu Talib’i kaybettiği ve en çok muhtaç olduğu bir dönemde, himayeyi kaybetme pahasına Hakk’ın hatırını tercih etmiştir.
İtikad ve amelle ilgili, Müslümanların bilmesi için duyurulması gereken o kadar çok ilkemiz vardır ki, bu konuda bir takım dünyevî çıkarlarımızı ve endişelerimizi bir kenara koyup “Hakk’ın hatırını” öne çıkarmamız gerekmektedir.
İslam’ın egemen olmadığı toplumlarda “İyilikleri dile getirme, kötülüklere kalkan olma” eylemi, farz-ı ayn hükmündedir. Her Müslüman bildiği kadarıyla hakkı ortaya koymak, bilmediklerini de bilene havale etmek durumundadır. Özellikle İslamî ilimler noktasında referans olabilecek olan âlimlerimiz bu konuda, her ahval ve şerâitte dahi hakkı dile getirmek zorundadır. Müslüman halkın “Konjonktürün” getirdiği baskı ve yıldırma karşısında susmayı tercih etmesi, ruhsat olarak kabul görebilir. Fakat “Peygamber varisleri” olan âlimlerimizin de “Konjonktür” hazretlerine sığınması mümkün değildir. Onlar ruhsatı değil azimeti tercih etmek durumundadır. “İyiliklerin emredilmesi, kötülüklerin önünün alınması” için Hakk’ı ortaya koyma farizası, “Terk-i Cüzi” olarak caizdir. Fakat “Terk-i külli” olarak caiz değildir. Yani bir İslam toplumunda baskı ve zulümden dolayı avam ve ulema topluca “İyiliği emretme, kötülüğü nehyetme” farzını terk edemezler. Yani ümmet “Emri bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münkeri” topluca terk edemez. Fertler mazur görülebilir fakat bu işi bilen birileri yani âlimler, ipi göğüslemelidir. Sonunda zindan, sürgün ve ölüm olsa bile... Çünkü “Zalime karşı hakkı haykırmak” İslam’ın izzeti için gereklidir. (Bak: Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, El-Veciz fi Usuli’l Fıkıh, s.53.)
Mesela birilerinin çıkıp da “Kur’an’daki 230 ayet muamelatla ilgili. Bunların uygulanma imkânı yoktur. Nassda faiz yasağı vardır diyerek faiz hadlerini düşürmek ve şeriat kurallarını geri dönülsün demek, bir irticadır.” diyerek saçma ve küfür sözler ifade ederken, bel’amlaşmamış, sağduyu sahibi ve İslamî ilimlere vâkıf, referans olabilecek günümüzün âlimleri de; makam, mevki, ikbal ve unvan kaygısına kapılmadan hakkı haykırmak durumundadır. Bu, “Hakk’ın hatırı” için gereklidir. Belki de günümüzde yapılması gereken en büyük cihad, “Kur’an’ın bir bütün olduğunu ve parçalanamayacağını, ayetlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetme hakkımızın olmadığı” (Bak: 2/Bakara:85) gerçeğini haykırmaktır.
Konuyu genelleme yaparak ele aldığımız zaman, gerek itikadî, gerek amelî, gerek ahlakî, gerekse sosyal bir konuda bir uygulama ortaya koyduğumuzda “El-âlem ne der?” değil, “Allah ne der?” inancı hâkim olmalıdır. “Hakk’ın rızası” her zaman “Halkın rızasından”, “Hakk’ın hatırı, halkın hatırından” önce gelmelidir. Bunu da ancak “El-âlem ne der?” putunu kıranlar becerebilir.