Hafız İsmail Zümrüt’ün fikrini almadan durumunu kardeşi İlyas’la paylaştığına pişman oldu. Kendi kendine, bu olmadı hafız sen böyle yaparsan başkası ne yapmaz diye mırıldandı. Eve geldiğinde hanımını çorba pişirirken buldu. Sedire diz çöktü. Çocuklar uyanmış, etrafta zıplamaya başlamışlardı. Kapının arkasına hemen çıkıp gidecekmiş gibi oturan Zümrüt, çemberle sardığı başını ellerinin arasına alıp, gözleri yerde öylece düşünüyor ve içinden koskoca tam Ali’nin hanımının düştüğü hale bak diye geçiriyordu. Yüzündeki yaraları kimse görmesin diye başını hep öne eğik tutuyordu. Sanki utancından yer yarılsa içine girecekti. Ürkek bir ceylan gibi tedirgin, yaralı bir kuş gibi çaresizdi. Her şey bir tarafa ama yüreğindeki kırığı nasıl onaracak, çekilmez olan hayatına hiçbir şey yokmuş gibi nasıl devam edecekti.
Daldığı düşünce deryasında çırpınırken; “Aba” diyen sese kulak kabarttı. Biricik kardeşi karşısındaydı. Güç bela ayağa kalktı. Aba’m diyerek kendisine sarılan kardeşini gözyaşları içinde karşıladı. “Ne olur artık üzülme abam. Gel evimize gidelim.” Diye yalvaran kardeşini boş gözlerle süzdü. Sonra hafız İsmail’le hanımına; “Sizi de üzdüm hakkınızı helal edin.” Dedi. Koluna giren kardeşiyle avlu kapısına doğru yürürken içindeki hüzün daha da arttı. Kardeşine; “Abam, ne olur çocuklarımı bana getir, o adamın yüzünü bir daha görmek istemiyorum.” Diye yakındı.
Gecece sabaha doğru zil zurna sarhoş bir şekilde eve gelen tam Ali, evde hanımını göremeyince hiddetlendi. Ortalığı velveleye vererek; “Zümrüt, Zümrüt” Diye bağırmaya başladı. Sesini evdekilerden başka bütün mahalleli duydu. Çocukları annelerinin evde olmadığını görünce ağlaşmaya başladılar. Tam Ali adeta deliye döndü. Evde kopan kızılca kıyamet, yan komşusu süslü Osman’ı da tedirgin etti. Süslü Osman üzerindeki pijamasıyla tam Ali’nin evine koştu. Tam Ali’yi ilk kez böyle perişan bir vaziyette görüyordu. Ne oldu Ali ağa, hayırdır? Diye sordu. O sırada tam Ali biraz olsun ayılmış, kendine gelmişti. Gözlerini açarak;“Hiç ya! Ne olsun, hatun evden yokta.” Diye kekeledi. Süslü Osman şaşkınlıkla onun bu halini izlerken içinden böyle olacağı belliydi diye geçirdi.
Hafız İsmail hem ablam dediği Zümrüt’e, hem de kardeşi İlyas’a sıkı sıkıya; “Aman gece bizim eve geldiğini kimse bilmesin, duymasın.” Diye tembih etmiş ise de “yerin kulağı” vardı. Haber tam Ali’nin kulağına gidince buna bir türlü inanmak istemedi. İçinden anasının evi dururken orada ne işi var diye geçirdi. Ancak hiçbir şey düşündüğü gibi değildi. Biraz olsun vicdanı sızlamıyor, olup biten hiçbir şeyden ders almıyordu. Onun varı da yoğu da Sevda denen kadındı. Sefayı ona, cefayı kendi hanımına reva görüyordu.
Tüm kardeşler toplanmış bu durumu konuşurken, ağabeyleri Ramazan;” Madem anama gitmedin, çıkıp gelseydin benim evime. Ne işin vardı elin dağlısının yanında.” Diye çıkıştı. İçi yangın yerine dönen Zümrüt, ağlamaklı bir sesle; “Anamın durumunu biliyorsun ağabey, daha önce sana gelmedim mi? Söyle ne yaptın? Elinle ayağınla beni alıp enişten olacak o adama teslim ettin.” Dedi. Ramazan sözünü yuttu. O esnada kapının sesi duyuldu. Eve gelen dayıları muhtar kara Mustafa’ydı. Hepsi ayağa kalkıp dayılarına sarıldılar. Dayıları;“O maşallah, hepinizi bir arada gördüm.” Diye söylendi. Çoktan yaşananları duymuş, derde derman olmak ve içinde başlayan sızıyı dindirmek için yeğeni İlyas’ın evine koşmuştu. (devam edecek)
Kalın sağlıcakla.