Uzun zamandır yaşanılan hengâme hafız İsmail de ne rahat ne de huzur bırakmıştı. Her gece yastığa başını koyar koymaz tüm olumsuzluklar zihnini meşgul eder dururdu. Uykuya dalayım derken düşünce deryasına dalar, o uçsuz bucaksız deryada kulaç atmaktan bitap düşerdi. Uyuması gecenin geç saatlerini bulurdu. Bununla kalsa iyiydi. İçine çöreklenen burukluk rüyasında bile onu rahat bırakmazdı. Bazı geceler kâbusla uyanır, sabırla uykusunun yeniden gelmesini beklerdi. Bu bekleyiş çoğu zaman seher vaktine kadar sürerdi. Hanımıyla çocuklarını uyandırmamak için ayak parmakları üzerinde maharetle yürüyerek kendini güçlükle dışarı atar, sonra da sabah namazını kıldırmak için cami yoluna koyulurdu.
Kendini tıpkı elinden zorla oyuncağı alınan bir çocuk gibi hissetmekteydi. İçi tuhaf bir girdaba teslim olmuş, gönlündeki bahar hazan mevsimine dönüşmüştü. Yıllardır talebeleri okutup adam edeceğim diye çektiği emekler boşa mı gidecekti? Hayallerine ne olacaktı? İdeallerini gerçekleştirmek mümkün olmayacak mıydı? Rahmetli hocasının sözleri hala zihnindeydi. O her defasında; “Evlatlarım; okuyan, okutan ve ilim irfan öğretenlerden olun!”Der, başka bir şey demezdi. Onun düşüncesine göre talebe yetiştirmek cennet yolunun taşını döşemekle eşdeğerdi. Talebelerine; “İşte siz o döşediğiniz taşlara basarak cennete ulaşacaksınız. Sakın unutmayın.” Diye nasihat ederdi. Hocasının bu telkinleri hafız İsmail’in şuurunda yer etmişti. Vatanına milletine, ana-babasına faydalı insanlar yetiştirmek biricik gayesi olmuş ve tüm çabasını bu gaye için seferber etmişti. Ağzından çıkan ahların haddi hesabı yoktu. İçinden, talebelerimi elimden almasalardı belki aralarından bazıları benim gibi hafız olacak, bazıları da doktor ve mühendis olacaktı diye geçirdi. Ayvaz ağa denilen adam ile yanındakilerin umurunda mıydı? Mektep kapattırmak, okuyana ve okutana mani olmak nasıl bir bağnazlık, nice bir gaddarlıktı? Zonklayan beynine şimdi bütün uzuvları eşlik etmekteydi. Ta ciğerlerinden gelen bir ah daha çekti. Sonra da kendi kendine bunun gibi insanlar hem hayallerin hem de ideallerin katili değil de nedir? Diye mırıldandı. Elinde suyla dolu bir kap olduğu halde gözünün önündeki ateşe dökememek nasıl bir işti. İnsanın elinin, kolunun bağlı olması ve öylece yaşamına devam etmesi mümkün müydü? Bütün bunları görüp görmemezlikten gelmek, sanki hiçbir şey yokmuş gibi hayata devam etmek kolaycılıktan öte sorumsuzluk değil miydi? Olanlardan kaçıp içine her sığınışında yaptığı şeyi tekrarladı. Pencere bacasında duran Kuran’ı açıp okumaya başladı. Saatlerce süren okuyuş onu rahatlatmaya yetmişti. Şimdi kendisini daha huzurlu hissediyordu.
Hava kararmaya yüz tutmuş, evlerdeki lambalar birer ikişer yanmaya başlamıştı. Hafız İsmail’in hanımı iskemle (sehpa) üzerinde duran gaz lambasının camını eline aldığı bezle bir güzel sildi. Lambaya camı taktıktan sonra, hafız İsmail’e; “Şu fitili bir yakıver.” Diye seslendi. Hafız İsmail kibriti çocukların eline geçmesin diye hep cebinde saklardı. Eline gaz lambasını alan hafız İsmail lambadaki gazın bitmek üzere olduğunu görünce yakmaktan vazgeçti. Hanımına; “Fadime bunun gazı yine azalmış, gaz kaç para haberin var mı?”Diye bağırdı. Hanımı; “Çorap örüyordum, az kaldı ha bitti ha bitecek.” Lambayı şimdi yakalım, işim bitince söndürürüz. Nasılsa Ay o zamana kadar imdadımıza yetişir.” Dedi. Hafız İsmail lambayı isteksizce yakarken bir taraftan şehirde de zor bulunan gazyağını nasıl temin edeceğini düşünmeye başlamıştı. (devam edecek)