Sevim öğretmen; müstahdem Hamit efendiyle beraber Tahsin ağaya geçmiş olsun ziyaretinde bulunduktan sonra, hafız İsmail’e uğramak istediğini belirtip ondan izin istedi. Sevim öğretmenin kendisinden bir şey sakladığını düşünen Hamit Efendi merakla ona; “Hayırdır kızım?” Diye sordu. Sevim öğretmen önce ne diyeceğini şaşırdı. Sonra birkaç kez yutkunduk. Cılız bir ses tonuyla; “Hayır! Tahsin amca. Köyden mektup geldi de!” Diye söylendi. Hafız İsmail’in evine yaklaştıkça heyecanı artan ve kalbi daha hızla çarpmaya başlayan Sevim öğretmen, bir an önce dedesi “Büyük hoca”nın kendisine yazdığı mektubu hafız İsmail’e okumak istiyordu. Mektubun ön sayfasını babasının, arka sayfasını da dedesinin Osmanlıca Türkçesiyle yazdığı satırlar süslüyordu. Mektupta onu Yörük İbrahim’in kendisi gibi öğretmen olan büyük oğlu Yunus’a verdiklerini yazmışlar, damat adayından övgüyle bahsetmişlerdi. Mektup;“Allah hayırlı ve mübarek eylesin kızım.” cümlesiyle sona eriyordu. Mektubu ilk okuduğunda, şaşkınla karışık buruk bir duyguya kapılan Sevim öğretmenin içi içine sığmıyordu. Ne sevindiği ne de üzüldüğü belliydi. Kendi kendine nereden çıktı bu evlilik? Kim bu Yunus öğretmen? Diye sordu. Ne yunus Öğretmeni tanıyor, ne de kendini evliliğe hazır hissediyordu. Böyle acelece evlilik kararı almak neyin nesiydi? Niçin onun fikri sorulmamış, rızası alınmamıştı? Böyle şey olur muydu? Sorduğu soruların ne kendisinde ne de bu kararı alanlarda cevabı vardı. Ardından mektubu bir daha okudu. Her okuyuşunda içi ürperiyor, derinlere dalıp gidiyordu. Arada bir ah! Anacağım ah! Keşke yanımda olsaydın diye mırıldanıyordu. Mektubu belki on kez okumuştu. Okudukça cümlelerin anlamı mı değişecekti sanki. Hayır! Yazılanlar belliydi. Bu yazı mektuptan önce alnına yazılmış olmalıydı. İçinden bir defa olsun Yunus öğretmeni görmeliyim diye geçirdi. Göreyim, evleneceksem öyle evleneyim. Görmeden bilmeden evlenilir mi hiç! Diye sordu kendi kendine. Yunus öğretmenin kim olduğunu “Hafız ağabey” Dediği köylüsü hafız İsmail’den öğrenebilirdi. Ancak merakımı o giderir diye geçirdi aklından. Allah’ım! Sen büyüksün, hakkımda hayırlı olanı ver! Diye dua etti. İşte şimdi hafız İsmail’in evinin önündeydi. Cebindeki işlemeli mendiliyle alnında biriken teri bir güzel sildi. Saçlarını düzeltti. Elini kapı tokmağına uzattı. Kapıyı ittirdi. Ardından;“Fadime abla! Diye bağırdı. “Kim o” Diyen sese; “ Benim, Sevim öğretmen” Diye cevap verdi.
Nefes nefese kalmış gibiydi. Güneş ışığının yansıdığı gül desenli mindere oturdu. Hafız İsmail ve hanımının hal hatır sormasına fırsat vermeden;“İsmail ağabey! Sana selam getirdim.”Diyerek mektubu çantasından çıkardı. Önce, hem babasının hem de dedesinin; ”Selam eder, gül gibi narin yüzünden öperiz ve ellerinden sıkarız.” Diye yazdığı satırı okuyarak selamlarını iletti. Sıra kendisiyle ilgili satırları okumaya gelince durakladı. Sonra ani bir kararla mektubu okumaktan vazgeçti. Zarfı aceleyle tekrar çantasına yerleştirip diz üstü oturdu. Birden; “İsmail ağabey! Bana müsaade.” Diyerek ayağa kalktı. Hafız İsmail mektupta önemli bir konudan bahsedildiğini anlamıştı. Ona; “Ne olup bittiğini anlatmazsan sana müsaade yok! Bacı.” Dedi. Sonrada, bak bana ağabey diyorsun. İnsan ağabeyinden çekinir mi hiç?” Diye ilave etti. Bu söz Sevim öğretmeni bir nebze de olsa rahatlatmıştı. Köyden gelen mektubu okumaya başladı. Mektubu okur okumaz hafız İsmail’e; “Bu Yunus Öğretmen kim acaba? Tanıyor musun ağabey?” Diye sordu. Hafız İsmail’in yüzüne kocaman bir gülücük oturdu. Gözlerini Sevim öğretmene dikerek; “Yunus öğretmen, adını aldığı Yunus Emre gibi bir insan. Onu yakinen tanırım, hatta kefil bile olurum.” Diye cevap verdi. Bu sözler, Sevim öğretmenin içindeki yangını söndürmeye yetmiş, tüm endişeleri bir anda kaybolup gitmişti. (Devam edecek)
Kalın sağlıcakla..