Çağla köyündeki hoca evi eski oturdukları evden çok farklıydı. Evin girişinde geniş bir hol’e (mabeyin) açılan iki oda bulunmaktaydı. Eve bitişik olarak yapılmış kapısı avluya açılan geniş bir mutfak (örtme) ve hemen üç beş metre ilerisinde de bir tuvalet bulunmaktaydı. Dışarıdan bakılınca hayli görkemli görünen ev, avludan içeri girince mütevazı bir görünüme dönüşüyor, davetkâr bir edayla adeta size; “Gel” diyordu. Mutfağın ve tuvaletin damı toprak örtü olsa da, evin damının derme çatma bir çatıyla kapatılmış olması hafız İsmail’i hayli sevindirmişti. Yeni evleri için hanımı Fadime’ye; “Allah’a şükür, bundan böyle damımız akmayacak.” Diye söylendi. Bir an düşündü, sonra ellerini sema ya kaldırarak dua etmeye başladı. Şimdi içi biraz daha rahattı. Yorgunluktan bitap düşmüş hanımı ile yanında uykuya dalan çocuklarının üzerine pazen kumaştan dikilmiş kırmızı çiçekli yorganı yavaşça örttü. Ay ışığı odayı aydınlatmaya başlayınca gaz lambasını söndürdü. Epeyce bir süre yıldızları seyretti. O an annesinin “Gara kuzum.” Diyen sesi kulağında yankılanır gibi oldu. Ayağa kalkıp pencerenin kenarına ilişti. Gözlerinin nemlendiğini hissetti. Ağlamakla ağlamama arasında gidip geldi. İçinden; “Ah! Anam, nerdesin?” Diye mırıldandı. Bir müddet sessizlikle baş başa kaldı. Daldığı düşünceler onu talebelik yıllarındaki hatıralarla yeniden buluşturmuştu. Gözleri uykusuzluğa daha fazla direnemeyince, odanın bir köşesine kıvrılarak uykuya daldı.
Köye taşınmalarının üzerinden bir hafta geçmesine rağmen, ne kapılarını açan ne de hal hatır soran vardı. Vakit namazlarından sonra, cami cemaatiyle ayaküstü hasbıhal etmese sıkıntıdan çatlardı. Allah’tan muhtar Kara Mustafa elinden gelen her türlü yardımı yapıyor, onu yalnız bırakmıyordu. Ya o da olmasa ne yapar, bu gurbet köyünde dertlerini kime anlatırlardı. Hafız İsmail bu tuhaf duruma anlam veremiyordu. İçinden ova köylüklerinde hafız’a, hoca’ya hatta ağzı dualı olan birine bile hürmet edilirken, bize layık görülen muamele neyin nesi ki! Diye geçirdi. Sonra, bir önceki imamın köyde sergilediği kepazelik aklına geldi. Kendi kendine işte sebep! Diye mırıldandı. Bu olay yüzünden köylü kendisine mesafeli davranıyordu. Evvelsi gün muhtarla konuşurken, muhtar ona; “Hafız, biraz zamana ihtiyaç var. Gör bak! Köylü seni tanıyınca her şey nasılda düzelecek.” Demişti. Köylünün bu tuhaf davranışı bir önceki imam denen adamın eseriydi. Onun yerle bir ettiği güveni yeniden ayağa kaldırmakla işe başlayacaktı. Çocuk, genç, yaşlı demeden köydeki herkesle gönül köprüsü kurmak gerekti. Aksi halde kendisini, “yok” hükmünde farz eden köylüye ulaşmak, onlara İslam’ı ve Kuran’ı anlatmak nasıl mümkün olabilirdi. Vakit kaybetmeden işe koyulmalıyım diye düşündü. Önce azalan cemaatin sayısını artırmalı, sonrada mektebi açarak talebe yetiştirmeye başlamalıydı.
Hafız İsmail, ikindi namazından sonra köyün yaşlısı Tahsin ağa ile derin bir sohbete daldı. Sohbet bitince, oturduğu yerden kalmakta zorlanan Tahsin ağa’nın koluna girip onu ayağa kaldırdı. Bu davranışı Tahsin ağa’yı memnun etti. İkili yavaş adımlarla evlerine doğru yürümeye başladılar. Hafız İsmail Tahsin ağa’ya; “Sizi eve bırakmazsam gönlüm rahat etmez. Eviniz nerede? “ Diye sordu. Bu soruya Tahsin ağa gülerek; “Şaşkın, evlerimiz dip dibe, senin Dünya’dan haberin yok!” Diye cevap verdi. Hafız İsmail içinden güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim diye mırıldandı. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız.