Açılışının ardından uzun bir zaman geçtiği halde “büyük cami”deki namazlar, hala cinci Mustafa tarafından kıldırılmakta, çocuklar ise yine eski mektep binasında okutulmaya devam edilmekteydi. Bu tuhaf duruma hafız İsmail bir anlam veremiyordu. Madem böyle eski hamam, eski tas devam edecek ise niçin bunca emek sarf edilip para harcanarak böyle bir camii yapılmıştı? Hafız İsmail’in zihni hep bu sorularla meşguldü. Onun en büyük hayali, talebelerini yeni mektepte okutmak ve zorluklarla yaşadığı evini “büyük cami”nin yanına yaptırılan hoca evine taşımaktı. Çünkü bunu hak ettiğini düşünüyordu. Onun mantığına göre görev istenmez, verilirdi. Bu yüzden teklifin muhtar Recep ağa’dan gelmesi lazımdı. Ancak ne Recep ağanın ne de azaların ağzını bıçak açmıyordu. Köyde her şeyden haberi olan bakkal Faruk bile ser verip sır vermiyordu. Komşu kadın Elmas teyze’ye oturmaya gelen muhtar Recep ağanın karısı Şermin, kadınlarla yaptığı sohbet sırasında “büyük cami” için “oranın sahibi belli” diye bir laf etmiş, gerisini getirmemişti. Bu laf köyde çeşitli dedikoduların yayılmasına sebep oldu. Sağda solda, hafız İsmail’in muhtar Recep ağa ile ağız kalabalığı ettiği konuşuluyordu. Hafız İsmail’in köyden gideceğine dair bahse girenler bile vardı. Bu olanlar, hafız İsmail’in oldukça canını sıkmış ve moralini bozmuştu.
Muhtar Recep ağa, el üstünde tuttuğu hafız İsmail’e şimdilerde biraz soğuk davranıyordu. Onun bu tavrı hafız İsmail’i hayal kırıklığına uğratmıştı. Nasıl oluyor da “evladım gibi severim” Dediği hafız İsmail’i görmezden geliyor ve onunla arasına mesafe koymayı tercih ediyordu. Oysa muhtar Recep ağa, hafız İsmail’in bu köyde en çok sevdiği, saydığı ve güvendiği tek insandı. Ters giden bir şeylerin olduğu belliydi. Ancak kendisinin bu konu hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Bu durum böyle devam edemezdi. İçinden en iyisi muhtar Recep ağanın karşısına dikilmeliyim, ona ne olup bittiğini sormalıyım diye düşündü. Bir gün öğle namazından sonra muhtar Recep ağanın odasına gitmek için yola koyuldu. Oraya vardığında kapı önünde sarı Mehmet ile patis Kazım’ı baş başa vermiş konuşurken gördü. Kendisini görünce konuşmayı yarıda kesip suskunluğa gömülmeleri işkillenmesine sebep oldu. Birkaç saniye tereddüt ettikten sonra kapıya doğru yürüdü. Ardından;” muhtar tarlaya gitti hafız.” Diyen sarı Mehmet’in sesini duyuldu. Geri döndüğünde patis Kazım ile sarı Mehmet’in oradan koşar adım uzaklaştığını görerek hayretler içinde kaldı.
Bakkal Faruk hem komşusu, hem arkadaşı, hem de sırdaşıydı. Onunla konuşup, ondan olanlar hakkında bilgi almalıydı. Bu defa bakkal Faruk’un dükkânına yöneldi. Her zamanki gibi dükkânın eşiğine oturup sigara tüttürmekte olan bakkal Faruk, onu görünce dükkâna girdi. Hafız İsmail’de onu takip etti. Bakkal Faruk ona; “buyur hafızım, gel otur hele” Diyerek bir tabure uzattı. Birkaç saniye süren sessizliği hafız İsmail’in; “Bu köyde ne oluyor Faruk ağabey, Allah aşkına bana bir söyle!” Diyen ağlamaklı sesi bozdu. Önce, “Bir şey olduğu yok! Hafızım.” Diyen bakkal Faruk, daha sonra dayanamayarak bildiklerini ve duyduklarını anlatmaya başladı. Anlaşılan başrolde cinci Mustafa’nın olduğu, içinde patis Kazım ile deli Muhsin’in bulunduğu bir tertiple karşı karşıya bulunmaktaydı. Bunlar muhtar Recep ağayı da baskı altına almışlar, hafız İsmail’in “koç katım” zamanı gelmeden köyden gönderilmesi için çoktan çalışmaya başlamışlardı. Köy yerinde üç kişi bir araya gelip, “biz hocayı istemiyoruz.” Dedi mi, gerisi kolaydı. (devam edecek)
Kalın sağlıcakla.