Yaratıcının toprak anaya bahşettiği rahmet ile bağrında uyuyan nebatat uykusundan uyanır ve yeniden nefes alıp vermeye başlardı. Uyanış, aşk-ı muhabbet, yenilenme, güzellik ve devinim yalnız bahar zamanına mahsus bir haldi. Bahar sadece nebatat’ı değil, insan ruhunu da harekete geçiren tılsımlı bir zaman dilimiydi. İnsanın üzerindeki atalet’i, yeni ve farklı bir heyecan silsilesine dönüştüren bahar, her gelişinde köylünün kulağına; “Yeter artık yattığın, şimdi çalışma zamanı.”Diye fısıldardı. Toprağa düşen cemre önce kulaklarda yankılanır, sonra da yürekleri güzelce ısıtırdı. Böylece tabiat insan ile el ele verip tekâmül sürecine; “merhaba” derdi. Bu birliktelik insandaki neşe ve mutluluk hislerini daha da artırır, insanlar arasında müthiş bir etkileşimin oluşmasına neden olurdu. İlkbahar yalnız toprağa değil, insana da can suyu olurdu elbette. Bazı canlar yeniden hayat bulur, hayatta olan canlarda çalışmak ve üretmek için seferber olurdu. Seferber olanlardan biri de hafız İsmail’di. O kışı, bir an önce mektebini açıp talebelerine kavuşmayı hayal ederek geçirmişti.
Köyün ilkokulu tatil olunca hafız İsmail’i bir telaş sarardı. Her dönem olduğu gibi Faruk öğretmenle yardımlaşarak okul sıralarını hoca mektebine taşıtırlar, ardından da talebeleri bir an önce mektep sıralarına oturtmak için çaba sarf ederlerdi. Kış döneminde beş, altı kişiden ibaret olan talebe sayısı okul tatil olunca hatırı sayılır bir çoğunluğa ulaşırdı. Yaz mevsimi herkes için olduğu gibi hafız İsmail için de bereket demekti. Mektep açılınca “perşembelik” gelmeye başlardı. Talebeler, haftanın her Perşembe günü evlerinden getirdikleri adına “perşembelik” denen; yağ, yumurta, un, bulgur gibi gıda maddelerini hafız İsmail’e hediye ederlerdi. Bu güzel gelenek hafız İsmail’in geçimine yardımcı olur, onu rahatlatırdı. Çünkü onun yılda bir defa köylüden “imamlık hakkı” olarak topladığı buğday dışında başka bir geliri yoktu.
Muhtar Recep ağa her yıl mektep açılmadan önce, şeref misafirlerinin hafız İsmail ile Faruk öğretmenin olduğu kalabalık bir topluluğa yemek verirdi. Yemeğin yenildiği muhtar odasında azaların yanında, köyün ileri gelenleri ile fukaraları da hazır bulunurdu. O bu yemeğin adına; “kaynaşma yemeği” derdi. Çünkü bu yemek neredeyse köylünün tamamına yakınını bir araya getirirdi. Yemeğe her yıl küs olduğu ağabeyi deli Muhsin’i ve büyük camiinin imamı cinci Mustafa’yı da davet eder, ama onlar davete icabet etmezlerdi. Ağabeyi deli Muhsin’le küs olmaları onun yemeğe gelmemesine sebep teşkil etse de, cinci Mustafa’ya ne oluyordu? O’nun garezi kimeydi? Muhtarlık seçimini kaybettim diye eski rakibi muhtar Recep ağa’ya kin beslemesi anlaşılır gibi değildi. Muhtar Recep ağa ile cinci Mustafa’nın arasını düzeltmek için çaba gösterenler bir türlü başarılı olamadı. Muhtar Recep ağa, cinci Mustafa ile görüşmek istese de, cinci Mustafa bunu istemiyordu. O muhtar Recep ağanın olduğu ortamlarda bulunmak istemediği gibi, muhtarlık odasında yapılan “toplu bayramlaşma” ya dahi gelmiyordu.
Muhtarlık odasının önünde yemeğe gelenleri karşılayan hademe Muhsin, hafız İsmail ile Faruk öğretmen gelince; “Recep ağa” diye bağırdı. O anda kapı önünde biten muhtar Recep ağa, onlara sarılarak yanaklarından öptü ve “hoş geldiniz, kahramanlarım!” Diyerek karşılayıp içeri aldı. Gözünün ucuyla etrafı şöyle bir süzdü. Hademe İhsan’a; “tamamıyız, gelmeyen var mı?” diye sordu. Bu soruyu sorarken bir taraftan gözleri ağabeyi deli Muhsin ile cinci Mustafa’yı arıyordu. (devam edecek)
Kalın sağlıcakla.