Bakkal Faruk’un ablası Hediye’nin Kerim ustaya taktığı; “Kümük usta” lakabı dilden dile yayıldı. Kerim usta ilk defa bu lakabı duyduğunda, muavin Sami’ye; “Bu da nerden çıktı.” Diye tepki gösterdi. Muavin Sami elindeki gazeteleri Kerim ustaya uzatarak alaycı bir gülüşle; “Ne olacak usta ya! Ha Kerim, ha Kümük usta ne fark eder.” Diye söylendi. Kerim usta muavin Sami’nin bu tavrından dolayı hoşnutsuzluğunu başını birkaç kez sağa, sola sallayarak gösterdi. Daha sonra otobüsün yanından hızlıca uzaklaştı. İçinden, bu iş Hediye abla denen kadının başının altından çıktı, biliyorum diye mırıldandı. O bir Batı Trakya Türküydü. Türkiye’ye küçük yaşta gelmiş, camii ustası olan rahmetli babasının yanında çalışarak bu mesleği öğrenmişti. Bu zamana kadar iş icabı birçok yerde bulunmuş olsa da, ilk kez burada kendisine adı dışında bir lakapla hitap ediliyordu. Yürürken sağ eliyle burnunu şöyle bir yokladı. İçinden bu burunla bu lakabı çoktan hak ettim diye geçirdi.
Yeni camiinin altına mektep yakınına da hoca evinin yapılacak olması, hafız İsmail’in düşlerine giriyordu. Sevincini pek belli etmek istemese de, yeni evine bir an önce oturmak istiyordu. Hali hazırda oturduğu evin sadece bir odası, bir de küçük mutfağı vardı. Yağmur yağdığı zaman, toprak damdan sızan yağmur suları içeriye hücum eder, odada ne oturacak ne de yatacak kuru bir alan bırakmazdı. Rüzgâr, evde pencere yokmuş gibi elini kolunu sallayarak içeriye girer etrafı buz gibi ederdi. Kış aylarının bitmesiyle çileli ve zor günler yerini keyifle geçen yaz günlerine bırakırdı. Havalar ısınmaya başladı mı, hafız İsmail ile hanımı Fadime’nin keyfine diyecek olmazdı. Avlunun bir tarafında topraktan yapılma bir ocak, birkaç metre ilerisinde yaşlı bir iğde ağacı vardı. Neredeyse bütün zamanlarını İğde ağacının altına serdikleri kilimin üstünde geçirirlerdi. Oradaki ocakta yemeklerini pişirip afiyetle yerler, çaylarını iğde ağacının gölgesinde yudumlarlardı. Avludaki toprak ocak, onların vazgeçilmezi ve hatta veli nimetiydi. Ekmeklerini burada yaparlar, ocağın nar gibi kızaran közünde biber ve patateslerini pişirirlerdi. Ocağın önüne koydukları leğende hem çocuklarını, hem de çamaşırlarını yıkarlardı. Gece vakti girdiğinde avlu duvarından içeri süzülen Ay ışığı, önce iğde ağacının yapraklarında muhteşem bir güzellik sergiler, sonra da etrafı gündüze çevirirdi. Hafız İsmail, Ay ışığının gizem dolu aydınlığına bayılırdı. Bu vakitte namaz kılmaktan ellerini Sema’ya açarak dua ve niyaz da bulunmaktan büyük bir mutluluk ve haz duyardı. Zamanlarını gece geç saate kadar burada geçirdikten sonra odalarına girer, kendilerini uykunun kollarına teslim ederlerdi.
Bazı akşamları iğne yaptırmaya gelen misafirler olurdu. Hafız İsmail’in hanımı kadın ve çocukları, hafız İsmail’de erkekleri karşılayarak ocağın başına buyur ederdi. Sohbet devam ederken iğne kabının içine iğne yapacağı alet ile iğneleri koyan ve iğne kabını suyla dolduran hafız İsmail, iğne kabını ocağa bırakır ve kaynamasını beklerdi. Nadiren de olsa bazıları iğne yaptırmaktan korkar ve çekinirdi. Erkek hastaya hafız İsmail, kadın hastaya da hanımı Fadime dil döker, ikna etmek için çaba sarf ederdi. Ya iğne yapılacak olan yetişkin değil de çocuksa işler daha zorlaşırdı. Bağrış çağrış arasında iğne yapılıncaya kadar akla kara seçilir, iğne yapıldıktan sonra rahat bir nefes alınırdı. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız.