Hafız İsmail’in köye gelişinin üçüncü günü olmasına rağmen; “Hoş geldin!” ziyaretleri hala devam ediyordu. Vakit namazlarını birlikte kıldığı ;”Yukarı camii” cemaati onun yakasını bir türlü bırakmıyor, onunla sohbet etmek için adeta fırsat kolluyordu. Bazen camii önünde yapılan muhabbet kıvamındaki sohbetlere yeşil Mehmet’in odasında devam ediliyordu. Yeşil Mehmet’in odası hem yukarı camiye hem muhtar Ömer Ali ağanın evine, hem de köyün bilge kişisi büyük hocanın evine çok yakındı. Genellikle Muhtar Ömer Ali ağa; ipek Seyit, Yörük İbrahim ve topal Mevlit, köyün meselelerini burada görüşür, karara bağlardı. Bu toplantılara büyük hocanın katıldığı da olurdu. Önemli konularda büyük hocanın görüşü alınmadan adım atılmaz, karar verilmezdi. Köyün en eski odasıydı yeşil Mehmet’in odası. Buraya kısaca yeşil’in odası da denirdi. Yeşil’in odasında yaşananlar yazılsa roman olurdu. Köye gelen yabancılar burada ağırlanırdı. Köylülerin arasında devam eden husumetler burada tatlıya bağlanırdı. Sürtüşmelere ve kavgalara burada son verilir, küsler burada barıştırılır, anlaşmazlıklar burada çözümlenirdi. Asıl bayram sabahı görmek gerekirdi yeşil’in odasını. Bayram namazından sonra hanelerde pişen yemekler buraya getirilir, cümbür cemaat birlikte yenirdi. Köyün gençleri ve çocukları odayı ziyaret eder, büyüklerin ellerini öperek bayramlarını tebrik ederdi. Bu mekânı aziz ve sevimli kılan sadece bu yaşananlar değildi elbette. Bir de yaşanmışlıklar vardı. Belleklerde iz bırakan hatıralar, bu mekânın taş duvarlarına sinmişti. Köylülerin kaynaştığı bu küçük oda, herkesi sarıyordu sıkıca. Atalarımız; “Gönlün sığdığı yere her şey sığar!” Demişti. Gerçekten de öyleydi. Yeşil’in odası dört duvardan ibaret değildi. Dışarıda misafirini karşılayan soluk benizli yaşlı kapı dokunulsa ağlayacak gibi duruyordu. Odanın ortasındaki yanık keçe, hasır yastıklar ve hiç kaldırılmadan yaz kış yerinde duran koca soba dili olsa kim bilir neler anlatacaktı. Yeşil’in odası bina olmaktan öte, ruhu olan bir yapıydı adeta.
Yeşil’in odasında gecenin geç saatine kadar oturan hafız İsmail, orada bulunanlardan helallik diledi ve onlara; “Allaha ısmarladık” Dedi. Çünkü sabah namazından hemen sonra adına “kapalı” Denen köy otobüsüne binip şehre gidecekti. Otobüse binmeden önce babası hacı Mehmet’in elini öptü. Ağabeyine sıkıca sarılıp veda etti. Otobüsün hareket zamanı gelmişti. Oturduğu koltuktan onlara el salladı. Babasının gözyaşı döktüğünü görünce içi bir hoş oldu. Onun bu hali yüreğine mıh gibi oturdu. İçinden; bu gurbetin gözü kör olsun diye mırıldandı.
Otobüs birkaç köye uğradıktan sonra şehre doğru yol almaya başladı ve öğle vaktine bir kaç saat kala şehre ulaştı. Çok geçmeden handaki yerine park edip yolcularını indirdi. O anda herkesi bir telaş sardı. Muavin hızlı bir şekilde otobüsün arkasındaki merdivene tırmanıp otobüsün tavanına çıktı. Yüksek bir sesle; “eşyası olan buraya!” Diye bağırdı. Otobüsten inen Hafız İsmail, şoför benli Cuma’ya; “kolay gelsin!” Deyip oradan ayrıldı.
Yarı asfalt olan kaldırımsız bir sokağa saptı. Bu yolun garaja gitmek için en kestirme yol olduğunu biliyordu. Koşar adım yürümeye başladı. Önce garaja gidecek, imamlık yaptığı köyün otobüsünü kontrol edecekti. İçinden; “inşallah otobüs vardır.” Diye geçirdi. Garaja ulaşınca ter içinde kaldığını fark etti. Doğruca otobüsün bulunduğu yere yürüdü. Otobüsü görünce rahatladı. Etrafta ne mavin ne de şoför vardı. Otobüsün arka koltuğunda oturan köylülerden birine otobüsün kalkış saatini sordu. Aldığı cevap onu rahatlatmıştı. Otobüsün hareket etmesine epey bir vakit vardı. Kendi kendine; köye eli boş gidilir mi? Diye sordu. Sonrada garajın karşısındaki Pazar yerine yöneldi. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız.