Köye geldiğinde akşam ezanı okunmak üzereydi. Yaylımdan dağılan sığırların arasından güçlükle geçti. Onu gören çoban Abdullah; “Hoş geldin! İsmail” Diye bağırdı. Çoban Abdullah’a hoş bulduk emmi diye cevap verip yoluna devam etti. Çifte kurnalı çeşmeyi geçip, taşlı yoldan yukarıya doğru tırmandı. Babasının evi karşısındaydı. Kanatlı kapının tokmağını kaldırıp itti. Kapı açılmış, içeriye girmişti. Adına “hayat” Denilen ahırın bulunduğu bölümü geçerek üst katın merdivenine yöneldi. Merdivenin ilk iki basamağına ayağını basar basmaz; “baba” Diye bağırdı. Babası heyecanla merdivenin başına koştu. Oğlunu karşısında görünce gözlerine inanamadı. Sevinçten ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı. Ona sarılan oğlunu şefkatle kucakladı. “Hoş geldin oğlum!” diyerek yanaklarından defalarca öptü. Onu çok özlemişti. Cebinden mendilini çıkarıp nemlenen gözlerini sildi. Rahmetli karısı aklına gelmişti. Derin bir nefes aldı. Hiç dinmeyen yürek sızısının yeniden alevlendiğini hissetti. Kolunu oğlunun omzuna atıp; “gel içeri geçelim.” Dedi. Daha sonra oğlu İsmail’i yanına oturttu. Onu bir müddet suskun bakışlarla süzdü. İçinden anasına ne çok benziyor diye geçirdi. İsmail’in durumu da babasından farklı değildi. Şimdi anası olsa kim bilir onu nasıl karşılardı. “Kara kuzum, hafız oğlum” Diye boynuna sarılır, onu yere göğe sığdıramazdı. Tıpkı babası gibi onunda içi yanıyordu. Lakin yapacak bir şey yoktu.
Çoban Abdullah İsmail’in köye geldiğini, önce İsmail’in abisi Süleyman’a “müjdemi isterim” Diyerek duyurdu. Sonrada gördüklerine söyledi. Onun sayesinde hafız İsmail’in köye geldiği haberini neredeyse herkes duymuştu. Ağabeyi Süleyman, kız kardeşleri Hatice ve Rukiye işlerini güçlerini bırakıp kardeşlerini görmek için babalarının evine koştular. Baba oğul sohbete dalmış ve kapı sesini işitmemişlerdi. Neden sonra ağabeyi Süleyman’ın; “baba, hay baba!” Diyen sesi hafız İsmail’in kulağında çınladı. Babasına; “Ağam geldi her hal” Diye söylendi. Feneri eline alıp merdivene yöneldi. Karşısında ağabeyi Süleyman ile kız kardeşleri Hatice ve Rukiye’yi görünce yüreği hızlıca çarpmaya başladı. Sesler, bağırışlar bir birine karıştı. Bedenler sarıldı. Hasret ateşiyle yanan gönüller kavuştu. İki yıllık özlem nihayet sona ermişti.
Baba evlat arasında yapılan muhabbetin tadına doymak mümkün müydü? Ya bir de anaları olsaydı. İşte o zaman bu kavuşma Dünya’ya bedel olurdu. Her ne kadar güzel vakit geçiriyor olsalar da yüreklerinin bir tarafı buruktu. Her biri onun yokluğunu derinden hissediyor olmalıydı.
Hafız İsmail babası hacı Mehmet’e dönerek; “baba hepinize bir sürprizim var!” Dedi. Babası; “hayırdır oğlum.” Diye söylendi. Heybesinin gözlerini yavaşça boşaltmaya başladı. Heybeden ilk çıkardığı gazeteye sarılı paketi; “bu senin babacığım.” Diyerek babasına uzattı. Babasının yüzünde kocaman bir gülücük belirdi. Sevinçle paketi açıp İçindekini çıkardı. Elinde kaşe kumaştan dikilmiş siyah bir palto duruyordu. Oğlunun yanaklarından öpüp teşekkür etti. Ayağa kalkıp, paltoyu üzerine geçirdi. Çocuklarının güzel dileklerine; “sağ olun evlatlarım.” Diyerek cevap verdi. Ömründe ilk kez böyle bir paltoya sahip olduğunu hatırlayınca içindeki evlat sevgisi daha da depreşmişti. Hafız İsmail, elindeki diğer hediye paketlerini ağabeyi ile kız kardeşlerine uzatarak; “bunlarda sizin” Dedi. Kardeşlerinin mutluluğu görülmeye değerdi. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız.