Hafız İsmail (43)

Osman Uzunkaya

Hafız İsmail hocası Şükrü Efendiden müsaade istemek için fırsat kolluyordu. Ancak o bir mevzudan diğerine giriyor, ara vermeden konuşmasını sürdürüyordu. Yakasını bırakmayan öksürük nöbetleri keyfini kaçırsa da, sanki pek umurunda değil gibiydi. Okutup yetiştirdiği ve hafızlık icazeti verdiği talebesinin onu ziyarete gelmiş olması adeta hastalığını unutturmuş, moralinin yerine gelmesine yardımcı olmuştu. Hafız İsmail, onunla böyle uzun uzadıya sohbet edeceğini hiç tahmin etmemişti.  Şimdi ona olan saygısı daha da artmış, muhabbeti kabarmıştı. Hocasının anlattığı bazı şeyler, onun için hayat dersi niteliğindeydi. İçinden, keşke biraz daha vaktim olsaydı diye mırıldandı. Zaman darlığı onu tedirgin ediyordu. Oturduğu sandalyeden kalkar gibi yapıp, sağa sola kıvranması hocası Şükrü Efendinin dikkatini çekti. Ona; “Hayırdır evlat! Bir yere mi yetişeceksin?” Diye sordu. Hafız İsmail mazeret beyan ederek, hocası Şükrü Efendiden müsaade istedi. Daha sonra hocasının elini öpüp, ondan helallik diledi. Hocasından ayrılırken içini saran hüzün sanki bir dağ olup yüreğinin orta yerine oturmuştu. Gözlerinde beliren yaşları elinin tersiyle sildi. Omzuna düşen çınarın yapraklarını eline alıp, bir müddet avucunun içinde tuttu, sonra bıraktı. İsteksiz adımlarla gideceği yöne doğru ilerlemeye başladı.

                Hana vardığında köy otobüsünü kaçırdığını anladı. Etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Köylülerden kimse yoktu. O an acıktığını hissetti. Hanın girişindeki simitçi çocuktan bir simit alıp, esnaf çay ocağının gıcırdayan tahta sandalyesine ilişti. Garsondan çay istedi. İştahla simidini yedi. Çayla simit, adeta ona yağla bal gibi gelmişti. Karnı pek doymasa da şimdilik idare ederdi. Han görevlisini göremeyince garsona sordu. Garson; “Bizim Şevki mi? Valla onu bende görmedim.” Diye cevap verdi.

                Hanın karşısında bekleyen at arabasına yöneldi. Arabacıya; “Ağam beni ana yol’a atıver!” Dedi.  Arabacı günün ilk siftahını yapacaktı. Heyecanla; “tamamdır bey, buyur otur hele.” Diyerek onu arabasına davet etti. Hafız İsmail arabaya binerken arabacıya; “Kaça götüreceksin? Diye sordu. Arabacının; “Ne uygun görürsen.”Diye söylenmesi hoşuna gitmişti.  Arabacı; “Deh! Yürü aslanım.” Diyerek atının yularını çekti.  Atın nal sesleri, esmeye başlayan rüzgârla birlikte henüz söylenmemiş bir melodiyi andırıyordu.

                Rüzgâr şiddetini artırmış, toz dumana karışmıştı. Hafız İsmail, koskoca yolun bir kenarında omzunda heybe, elinde sepetle beklemeye koyulmuştu. Etrafta ne sığınacak bir yer, ne de“merhaba” diyecek bir Allah’ın kulu yoktu.  Epeyce sağa sola bakındı. İçinden inşallah yağmur yağmaz diye geçirdi. Ana yoldan ilçe istikametine giden tüm vasıtalara el kaldırmaya başladı. Ancak sürücüler söz birliği etmişçesine onu almamakla ısrarlıydı. Tam umudunu kesmek üzereydi ki, ileriden gelen “Tepe arası” Köyünün otobüsünü fark etti. Belki de bu onun son şansıydı. Yolun ortasına ilerledi. Kollarını makas gibi açarak; “Dur!” Diye bağırdı. Otobüs üç beş metre gittikten sonra durdu. Hafız İsmail büyük bir sevinçle otobüse doğru kuştu. Mavinin; “Ölümüne mi susadın be adam.” Diye bağırmasına aldırmadan kendisini otobüsün içine attı. Nefes nefese kalmıştı. Otobüs ağzına kadar doluydu. O zaten ayakta gitmeye dünden razıydı. Şunun şurasında kaza bela olmazsa yolculuğu iki saat ya sürer ya sürmezdi. Tüm neşesi yerine gelmişti. Nihayet köyüne gidecek, onun yolunu gözleyen sevdikleriyle kucaklaşacak ve hasret giderecekti.     (devam edecek)

                Sağlıcakla kalınız.