Derisi çatlamış, nasırlı elleriyle traktörün direksiyonunu sıkıca kavrayan Recep ağa, dudağındaki sigarayı sol elinin parmakları arasına aldı. Başını yukarı kaldırarak ağzındaki dumanı hafifçe üfürdü. Daha sonra yanında oturan hafız İsmail’e; “Hafız buğdayı kime satacağız?” Diye sordu. Hafız İsmail, sigara dumanından rahatsız olmuş ve öksürmeye başlamıştı. Neden sonra; “Kamil ağabey’e” Diye cevap verdi. Cebinden çıkardığı pusuladan buğdayı satacakları zahireci dükkânının adresini okudu. Muhtar Recep ağa; “Ben de bilirim Kamil efendiyi, iyi adamdır iyi.” diye söylendi.
Öğle sularında “Kamil ağabey” Dedikleri zatın dükkânına varmışlardı. Dükkânın önünde buğdaylarının boşaltılmasını bekleyen birkaç at arabası, bir de kamyon vardı. Dışarıda bedenlerini “Tembeller yazı”nın son demlerine emanet etmiş birkaç kişi oturmaktaydı. Hafız İsmail orada oturan ve hayalindeki “Kamil ağabey’e” benzeyen düzgün giyimli birine; “Kamil ağabey siz misiniz?” Diye sordu. Sorduğu kişi; “Aha orada” diye işaret parmağıyla bir hamalı gösterdi. Hafız İsmail başını o yöne çevirdiğinde, Recep ağa’nın zahireci Kamil’le konuştuğunu fark etti. Yanlarına giderek selam verdi. Cebinden çıkardığı pusulayı “Kamil ağabey” Denilen zata uzattı. Pusulayı okuyan zahireci Kamil, hafız İsmail’i samimiyetle kucaklayıp; “Hoş geldin hafız.”Dedi. Toz içinde kalan yüzünü elinin tersiyle sildikten sonra; “Köyde çok sevdiğim iki kişi var. Biriyle birlikte gelmişsin, birinden de selam getirmişsin. Hiç merak etme! Ne lazımsa yapacağım.” Diyerek onları dükkâna davet etti. Çok geçmeden buğdaylar kantarda tartıldı. Hesap yapıldı. Zahireci Kamil, masanın çekmecesinden çıkardığı bir demet banknotu saymaya başladı; “yüz, iki yüz, beş yüz, bin, iki bin v.s. altı bin yedi yüz yirmi beş lira” Hafız İsmail’in buğdayı tam tamına; “Altı bin, yedi yüz yirmi beş” Lira tutmuştu. Parasını aldı. Ceketinin her iki iç cebine eşit bir şekilde yerleştirdi. Muhtar Recep’e; “Recep ağa, şehre kadar gelmişken köyüme gidip birkaç gün hasret gidereyim ne dersin? Sen köye varınca bizim hatuna bir haber versen.” Diye ricada bulundu. Recep ağa; “Olur hafız, haber veririm. Sen merak etme!” Diye cevap verdi. Hafız İsmail ilk defa bu kadar parayı bir arada görüyordu. Kendi kendine köye gidecek vasıtadan önce, parayı emanet edecek birini bulmalıyım diye mırıldandı. Aklına hocası Şükrü efendinin kardeşi sarraf Kadir gelmişti. Hiç tereddüt etmeden sarraf Kadir’in dükkânına doğru yürümeye başladı.
Hava kararmak üzereyken, muhtar Recep ağa’nın kırmızı renkli traktörü asfalt’tan köy yoluna sapmıştı. Köy yolu hem dar, hem de engebeli bir yoldu. Recep ağa karanlık basmadan köye ulaşmak istiyordu. Bunun için traktörün hızını biraz daha artırdı. Bir taraftan uzunluğu ayak bileğini bulan üzerindeki pardösü’nün eteğini kontrol ediyor, diğer taraftan etrafı saran ve mütemadiyen havlayarak traktöre saldıran köpekleri gözden ayırmıyordu. İçinden, köpekler bir şey yapamaz ama pardösümün eteğine dikkat etmem gerek diye geçirdi. Traktör hareket halindeyken pardösüsünü üzerinden çıkarmayı denedi. Çıkarmak için epeyce uğraştı ama çıkaramadı. Traktörü durdurmadan pardösüyü çıkaramayacağını anlayınca bu düşünceden vazgeçti. Birden halasının oğlu çakır Mehmet’in geçirdiği kazayı hatırladı. Çakır Mehmet geçen yıl bu zamanlar traktörüyle tarlaya giderken, üzerinde bulunan pardösünün eteğini traktörün tekerleğine kaptırmıştı. Traktörün direksiyonunu kolları koparcasına tutmuş olduğu halde kendisini zapt etmekte epeyce zorlanmıştı. O anda çamurluk ile direksiyonun arasında gidip gelen vücudunun belli yerlerinde morluklar ve sıyrıklar oluşmuştu. Bu görünmez kazada soğukkanlılığı cesareti olmuş, iç sesi ona; “Sakın kendini bırakma!” Diye haykırmıştı. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız..