Sonbahar gelmiş, havalar soğumaya başlamıştı. Ne Güneş’in sıcağı yakıcı, ne de gölgeler serinleticiydi. Böyle giderse yakında sobalar kurulacaktı. Lakin Hafız İsmail’in evinde ne bir soba ne de yakacak maddesi vardı. Hoca mektebinde de durum pek farklı değildi. Hafız İsmail, mektebin karşısındaki evlerin avlu duvarları yanına istif edilmiş “Tezek” yığınlarını görünce içinden köyde tezekten bol ne var? Diye geçirdi. Daha sonra; “Talebelerimi tezek yakarak ısıtırım” Diye mırıldandı. İçi biraz olsun rahatlamıştı. Bu kez aklına çocukluğu geldi. Belleğinde hep diri kalan, çocukluğunda yaşadığı ve bir türlü unutamadığı sır dolu olayı hatırladı. Talebelerinin bağrışları arasında derin bir düşünceye daldı.
Henüz sekiz yaşındaydı. Babasıyla birlikte köylerinin üç veya dört kilometre uzağında bulunan “Kızıl diken” Mevkiindeki bahçelerine gitmişlerdi. Babası bahçedeki ağaçları budayacaktı. Budama sonunda çıkan dal parçalarını yakacak olarak kullanmak için eşeklerine sarıp evlerine getireceklerdi. Öğle vakti olmuş lakin işleri bitmemişti. İşin uzayacağını gören babası İsmail’e; “Oğlum bir koşu git de anandan azığı al da gel.” Dedi. İsmail hemen yola çıktı. Bir müddet sonra bahçeleriyle köyün arasında kalan ve adına “Ulu koru” Denilen ormanlık alana ulaştı. Bu alanda uzunlukları üçer metre olan iki adet mezar ve bir de tarihi bir namazgâh bulunmaktaydı. Namazgâhın yanından uzayıp giden patika yolda yürürken bir ağacının dalındaki kuş yuvası dikkatini çekti. Kuşları çok severdi. Bir hamleyle ağacın gövdesine tutunarak tırmanmaya başladı. Ağacın dalında bulunan kuş yuvasına elini attı. Yuvada bulunan yavrulardan birini alıp, göğsüne yerleştirdi. Ağacın gövdesinden aşağıya inmeye çalıştığı anda meçhul bir elin kendisini tuttuğunu hissetti. Adeta havada asılı kalmıştı. Çok korkmuş, tüyleri diken diken olmuştu. Tüm azaları tir tir titremeye başlamıştı. Ürpererek başını yukarı kaldırdı. Birde ne görsün oldukça uzun boylu, vücudunun her yeri siyah kıllarla kaplı ruhani bir varlık öylece ona bakıyordu. Dili tutulmuş, yüzü kıp kırmızı kesilmişti. O varlık göğsündeki kuş yavrusunu alarak yuvasına bıraktı. Sonra da İsmail’in gömleğinin cebindeki Kuran-ı Kerim’i alıp öptü. Arkasından İsmail’in başını okşayarak yavaşça ağacın dibine bıraktı. İsmail o elin kendisini tekrar tutacağı korkusuyla ardına dahi bakmadan köye kadar koşmuştu. Eve varır varmaz kendini yere attı. Ne olup bittiğinden habersiz olan annesi İsmail’e; “Ne oldu sana böyle, kara kuzum.” Diye seslendi. İsmail biraz soluklandıktan sonra yaşadıklarını annesine anlattı. Annesi hayretler içinde kalmıştı. İsmail’in hala titreyen vücudunu elleriyle sıvazlayarak yatağına yatırdı ve yanına kendisi de uzandı. Ana oğul uykuya dalmışlardı. Daha sonra babası Hacı Mehmet gelmiş, hışımla İsmail’e bağırmaya başlamıştı. Annesi olanları babasına anlatınca, hacı Mehmet de şaşkınlıktan ne diyeceğini şaşırmıştı. Birkaç gün sonra köyün hocalarından birine bir hafta süreyle İsmail’i okutmuşlar ve komşuları Huriye teyzeye kurşun döktürmüşlerdi.
Hafız İsmail, çocukluğunda yaşadığı bu olayı hatırlayınca içini korku sarardı. Ardından annesinin; “Korkma oğlum, o Allah’ın sana gösterdiği bir erişmiş, bir piri fani. Cebindeki Kuran-ı Kerim’i öpüp, başını okşayan birinden korkulur mu hiç!” Diye seslenişi aklına gelince korkusu dağılırdı. Şimdi de öyle oldu. İçindeki korku dağılmıştı ama iki yıl önce kaybettiği onu; “Kara kuzum” Diye seven annesini hatırlayınca bu kez dağılan korku yerini derin bir hüzne bırakmıştı. Önündeki rahleye tutunarak ayağa kalktı ve mektebin kuytu bir köşesine çekilip ağlamaya başladı.
Dua ile…