Hafız İsmail (38)

Osman Uzunkaya

Hafız İsmail’in de aralarında bulunduğu, “Kınalı kuzu”lar sabah erkenden yola çıkacaklardı. Asker evlerinde birkaç gündür yaşanan heyecan yerini hüzne bırakmıştı. Günlerdir gözyaşlarını gizleyip, acısını içine akıtan Sedef ana, sıra oğlu İsmail’i uğurlamaya gelince gözyaşlarına mani olamadı. Oğluna defalarca sarıldı. Ağlamaklı bir ses tonu ile ona; “Asker ocağına varır varmaz bize haber sal. Sakın bizi mektupsuz bırakma oğul.” Dedi. Hafız İsmail anasının önce yanaklarından sonra da ellerinden öperek;  “Allaha ısmarladık anacığım merak etme sen.” Diye cevap verdi. Kucağına aldığı oğlunu son kez öpüp, karısı Fadime’ye uzattı. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Babası hacı Mehmet ile birlikte diğer askerlerinde içinde olduğu at arabasına bindi. Kapı önündeki kalabalığa el sallarken, karısı Fadime’yle göz göze geldi. Sanki üstüne bir dağ devrilmişti. Adeta kalbi atmıyor, nefes alıp vermiyordu. İçinden; “Ah bu ayrılık yok mu?” Diye mırıldandı.  Araba hareket eder etmez, ardından dökülen sular ona; “Su gibi gidip gel!”Dese de, o diline dökülen türküyü çoktan söylemeye başlamıştı: “Gidip de dönmemek var/Gelip de görmemek var/ Dünya fani bir Dünya/Gurbette ölmekte var!”

                At arabasının birinde “Kınalı kuzular”, diğerinde de muhtar Ömer Ali ağa ile asker babaları vardı. Arabalar tozu dumana katarak koruluğun içinde yol almaya başladı. Çok geçmeden koruluğun ardındaki ana yola ulaşılmıştı. Yoldan geçen bir vasıta durdurulacak, “Kınalı kuzular” o vasıtaya bindirilip şehre gönderilecekti. Epeyce beklendi. El kaldırılan bir kamyonetin yavaşladığı görülünce yüzler gülmeye başladı. “Kınalı kuzular” Babalarının ellerini öpüp, helallik diledi. Gözleri dolan hacı Mehmet oğlu İsmail’e  “Sakın bizi habersiz bırakma evlat.” Diye seslendi. Kamyonete binen “Kınalı kuzular” arkalarında hasretle kavrulan bir yığın yürek bırakarak yola düşmüşlerdi.  Aslında ne onlar, ne de geride kalanlar bu durumdan şikâyetçi değildi. “Kınalı kuzular” bu güne kadar askere gitmenin hayaliyle yaşamışlardı. Onlar, askere giderken avuçlarına; “Vatanına ve Milletine kurban olsun.” Diye kına yakılan “Kınalı kuzular”, şanlı yiğitlerdi. Şimdi de, “Ya şehit ol! Ya gazi.” Denilerek Asker ocağına yollanıyorlardı. Onlar; vatanı ve milleti için her türlü fedakârlığı yapmaya ant içmişlerdi. Dahası her biri bu uğurda canlarını severek ve isteyerek vermeye hazır ve nazırdı.

                O askerdeyken yaşanan üzücü olaylar bir birini kovalamıştı. Önce böbrek yetmezliğine yakalanan biricik oğlu ölmüş, ardından torununun ölümüyle büyük bir buhran geçiren anası yataklara düşmüştü. Anası sonunda şehirdeki hastaneye kaldırılmıştı. Karısı Fadime ile babası hacı Mehmet perişan vaziyetteydi. Sedef ananın durumu hiçte iyi değildi. Doktorlar hacı Mehmet’e; “Allah’tan ümit kesilmez.” Diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Köyde Sedef ana için, “İnce hastalığa yakalanmış.” Diye bir haber yayılmıştı. O, anasının hastalığını ağabeyi Süleyman’ın kendisine yazdığı mektuptan öğrenmişti. Sonrası malumdu. 

(devam edecek)

                Kalın sağlıcakla..