Dışarıda birkaç gündür devam eden fırtına ahalinin korku ve endişe duymasına sebep olmuştu. Evinin ön damına çıkıp etrafa şöyle bir göz gezdiren hafız İsmail, nereden geldiği belli olmayan bir köpek havlamasıyla irkildi. Sesin geldiği yöne dikkatlice baktı. Görüş mesafesi bir kaç metreye düştüğü için köpeği görmesi mümkün değildi. Bu duruma canı sıkılmıştı. Hayvanın ölmesine seyirci mi kalacağım? Diye kendi kendine bir soru sordu fakat sorunun cevabını kendisi de bilmiyordu. Sesini duyduğu ve yerini bir türlü göremediği zavallı hayvanı kurtarmak çokta kolay değildi. Ancak o kararlıydı. Hayvanın telef olmasına gönlü razı değildi. Aceleyle üzerini giyindi. Başına beresini, ellerine eldivenlerini taktı. Siyah keçe paltosunu giyerek, boğazını yün atkısıyla birkaç kat sardı. Evdekilere bir şey demeden merdivenleri hızlıca indi. Dışarıya çıkmak için sokak kapısına yöneldi. Lakin kapı bir türlü açılmıyordu. Kapının menteşeleri donmuş, tokmağı buz tutmuştu. Kapı tokmağını oynatabilmek için bütün gücüyle bir hamle daha yaptı. Kapının yerinden oynadığını fark etti. Kapıyı iki eliyle tutarak kendine doğru çekti. Kapı vücudu sığacak kadar aralanmıştı. Yüzünü jilet gibi kesen fırtınaya aldırış etmeden dışarıya çıktı. Bir metre ötesini göremiyordu. Fırtınanın uğultusu adeta kulaklarını sağır etmişti. Yukarıdayken duyduğu havlama sesi şimdi duyulmuyordu. İçinden; Ya hayvan öldü, ya da ben sesini duyamıyorum diye mırıldandı. O esnada kulağına bir inilti sesi ilişti. Bu ses evlerinin önüne istif edilmiş kavakların altındaki boşluktan geliyordu. Hemen yere uzandı. Bir de ne görsün, alaca renkli bir köpek yavrusu oracıkta tir tir titriyordu. Elini uzatıp yavrucağı kucağına aldı. Hemen içeri girdi. Üzerinden çıkardığı paltosuyla onu sardı. Bu sevimli yavruyu ölümden kurtarmıştı. Sevinçten içi içine sığmıyordu. Muzaffer bir kurtarıcı edasıyla merdivenlerden tırmanırken anasının; “İsmail, gara kuzum haydi sofraya!” Diyen sesini işitti. Sofraya oturmadan önce eline aldığı bezle yavrunun tüylerini güzelce kuruladı. Göz göze geldikleri köpek yavrusu sanki kendisine teşekkür ediyordu. Bu durum duygulanmasına sebep olmuştu. Gözleri nemlenmiş, içi bir tuhaf olmuştu. Avuçlarını gökyüzüne açarak dua etmeye başladı; “Allah’ım! Sen karda, kışta evsiz barksız kalmış insanları ve canlıları muhafaza eyle. Koru, kolla ve gözet! Muhakkak ki sen her şeye kadirsin.”
Evde ne kendileri için ne de ahırda bulunan hayvanları için içebilecek bir gram su kalmamıştı. Hafız İsmail’in babası hacı Mehmet, suya övgüler düzerek başladığı konuşmasını; “Ekmeksiz, aşsız olur ama susuz olmaz oğul.” Diyerek bitirmişti. Aslında suyun kaynağı beş on adım ötedeydi. Baba ve oğul ellerine aldıkları bakır kazanı karla doldurup yukarıya çıkardı. Sedef ana çoktan ocağı yakmıştı. Ocağın üzerindeki ateşte karın suya dönüşmesi kısa zamanda gerçekleşmişti. Elde edilen suyu toprak testilere doldurup afiyetle içmişler ve susuzluktan kurtulmuşlardı. Şimdi sıra hayvanları sulamaya gelmişti. Baba ve oğul ikinci kez bakır kazanı aşağıya indirip karla doldurdu. Kazanı ocağın üzerine koyduklarında akşam ezanı okunmaya başlamıştı. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız..