İsmail’in okumak için şehre gideceği gün, rüzgârın hışımla estiği bir güz mevsimine rastlamıştı. Sabahın erken saatleriydi. Evlerinin önüne İsmail’i götürmek için gelen Yusuf Çavuş kapının tokmağını kuvvetlice çakarak; “Hacı Mehmet” Diye bağırdı. Kısa bir süre sonra hacı Mehmet’in sesi duyuldu. “Geliyoruz Yusuf ağa, geliyoruz.” Bir eliyle gözyaşlarını silen ve diğer eliyle de kapıyı açan İsmail’in anası titreyen sesiyle Yusuf Çavuş’a; “ Gara kuzum sana emanet Yusuf Çavuş” Dedi. Babası hacı Mehmet bakışlarını oğlundan kaçırıp “Erkekler ağlamaz” Diyen iç sesine kulak verip boynunu büktü ve İsmail’in saçını yavaşça okşayarak; “İnşallah hoca olursun oğul!” Diye seslendi. Yusuf Çavuş ile İsmail dar bir sokakta gözden kaybolurken, İsmail’in ana ve babası oğullarının ardından öylece baka kalmışlardı.
İçinde İsmail’in de bulunduğu uzun burunlu otobüs bir kaç köye uğradıktan sonra, öğle saatlerine doğru şehir merkezine ulaşmıştı. Yusuf Çavuş İsmail’i otobüsün park ettiği hanın sahibi olan ahbabıyla tanıştırdı. Ona İsmail’i işaret ederek; “Bu çocuğu çifte saatli medresede okutacağız. Onu Şükrü efendiye teslim et! Büyük sevaba girersin.” Dedi. Hanın sahibi Yusuf çavuş’un bu isteğini; “Tamam Yusuf, sen merak etme!” Diyerek kabul etti. Daha sonra İsmail’i yanına alan hanın sahibi, zeminde bulunan tek tabaka pencereli, küçük ve loş bir odaya götürüp ona; “Bir müddet burada kalacaksın evladım, tamam mı?” Dedi. İsmail başını sallayarak cılız bir sesle; “Tamam amca” Diye cevap verdi.
Zaman su gibi akıp geçmişti. İsmail medreseye ve birlikte okuduğu arkadaşlarına alışmıştı. Ancak, şehrin en meşhur müderrislerinden biri olan hocası Şükrü efendiye bir türlü alışamamıştı. O Hatayı asla affetmez, çalışmayan ve dersini vermeyen öğrencisini falakaya yatırarak cezalandırırdı. İsmail küçük yaştan beri köy mektebinde çok şeyler öğrenmişti. Kuran-ı Kerimi birkaç kez hatmetmiş, hatta ezber yapmaya bile başlamıştı. Sureleri yalayıp yuttuğu halde, hocası Şükrü Efendi’nin karşısına oturduğunda heyecandan dili dolaşır, yüzü bakır gibi kızarırdı. Heyecanı ona bildiklerini de unutturmuş, sadece “Sübhaneke” Duasını lafzına uygun olarak ancak on bir günde okuyabilmişti.
İsmail, uzunca bir zaman han’daki odasında han sahibinin çocuklarını okutarak ve para ödemeden kalmıştı. Daha sonra hayır sahiplerinden birinin bağ evinde “Koca Mustafa” lâkaplı, iri kıyım bir arkadaşıyla kalmaya başlamıştı. Ev arkadaşıyla aynı medresede okuyorlardı. Arkadaşı muziplikler yapan ve hiçbir şeyi ciddiye almayan bir karaktere sahipti. İsmail onun bu durumunu anlamakta zorlanıyordu. Şakaları hoşuna gitse de, vurdumduymaz halini hiç beğenmiyordu. Bir akşam odalarına çekilip, rahlelerinin üzerine yerleştirdikleri Kuran-ı Kerimi okumaya başlamışlardı. Bir müddet sonra Mustafa rahlenin yanı başına uzanarak uykuya dalmıştı. İsmail ezberini yetiştirmek için var gücüyle çalışırken gece bitmiş, imsak vakti girmişti. Ezberleyeceği son sayfayı okumaktaydı. Birden burnuna bir yanık kokusu geldi. Rahlede bulunan idare takkesinin ön tarafını yuvarlak bir biçimde yakmış, saçının bir kısmı da bu yanıktan etkilenmişti. Bir müddet uyku sersemliği yaşadıktan sonra, ayağa kalkarak avludaki çeşmeye yöneldi. Yüzünü yıkayıp abdestini aldı ve sabah namazını kılmak için seccadesini serdi. Namazını kıldıktan sonra dersine tekrar odaklandı. Ezberini tamamlamıştı. İçi rahat bir şekilde omzunu hasır yastığa dayayıp, yere doğru uzandı. (devam edecek)
Kalın sağlıcakla..