Hafız İsmail’e geçen yıl imamlık ücreti karşılığında kırk kile buğday toplanmıştı. Her yıl ekinler biçilmeden önce, mahsulün durumu da göz önüne alınarak ihtiyar heyetince belirlenen bu ücret, bu yıl kırk beş kile olarak açıklanmıştı. Daha önce oy birliğiyle alınan karara bu yıl azalardan kaymak Rıza; “Ben bile tarlalarımdan kırk beş kile mahsul alamıyorum. Bu miktar çok fazla ağalar.”Diyerek itiraz etmiş ise de, kaymak Rıza’nın bu itirazı destek bulmamış, muhtar Recep ağa; “Normaldir, normaldir. Hafız İsmail’in hizmeti parayla pulla ölçülemez.” Deyip toplantıyı sonlandırmıştı.
Ekinlerin biçilme zamanı gelmişti. Buğday saplarını taşıyan at arabaları teker gıcırtıları eşliğinde bir biri ardına dizilerek harman yolunu tutmuştu. Köyde yaşlılar dışında kimse kalmamış, sanki koskoca köy harman yerine taşınmıştı. Sap öbeklerine yansıyan ve gözleri kamaştıran güneş ışınları, buğday başaklarını altın sarısı bir renge boyamıştı. Hava sıcaklığı had safhaya ulaşmış, Güneşten ve saman tozlarından korunmak isteyen köylüler boyun ve başlarını poşuyla sarmışlardı. Buğday saplarını harman yerine nizami bir biçimde seren köylüler, üstüne çıktıkları düvenlerine atlarını koşup ellerindeki kırbaçları sallayarak “Deh” diye diye düvenlerini sürmeye başlamışlardı. Düvenlerin altındaki çakmak taşları buğday başaklarını eziyor ve sürüm bittikten sonra açığa çıkan buğday deneleri savrularak samanından ayrılıyordu. Daha sonra bu deneler harmanların uygun bir yerinde biriktirilip çuvallara dolduruluyordu.
Hafız İsmail imamlık hakkı olarak belirlenen kırk beş kile buğdayı elindeki listeye göre harman yerindeki köylüleri dolaşarak toplayacaktı. Emanet bir at arabası bulup, tedarik ettiği çuvalları araba’ya koydu. Oğlu Ömer’i de yanına oturtarak harman yerine doğru yol almaya başladı. Bir eline listeyi, diğer eline de atın yularını alan hafız İsmail’in neşesine diyecek yoktu. Bir taraftan cebinden çıkardığı bir mendille alnına üşüşen terleri silerken, diğer taraftan da oğlu Ömer’in şaşkın bakışları arasında bir türkü tutturmuştu. “Felek sen ne feleksen/ bağrım ettin elek sen/aldın gül yüzlü yâri/daha neme gereksen.” Söyledikçe duygulanıyor, türkünün nakarat kısmına gelince sesindeki tını eşiz bir güzelliğe bürünüyordu.
Çok geçmeden harman yerinin başlangıç noktasına ulaşmıştı. At arabasını durdurup oğlu Ömer’e “Sen arabada bekle oğlum.” Dedi. Arabadan inip harmana doğru yöneldi. Onu karşısında gören Efe’nin Ali buyur hafız, hak almaya mı geldin? Diye sordu. Hafız İsmail elinde tuttuğu listeye şöyle bir göz attıktan sonra; “Sana üç havayı yazmışlar Ali ağabey.” Diye cevap verdi. Diğer elinde tuttuğu çuvalı Efe’nin Ali’ye uzattı. Efe’nin Ali üç veya dört metre ilerdeki buğday istif alanına gidip, çuvala üç havayı buğdayı doldurarak hafız İsmail’e verdi. Sonra da; “Senden çok memnunuz hafız, helali hoş olsun.” Diye söylendi. Efe’nin Ali’ye “Sağ ol Ali ağabey, Allah razı olsun.” Deyip teşekkür etti. “Bismillah” diyerek buğday çuvalını at arabasına yerleştiren hafız İsmail, ilk hakkını almış olmanın mutluluğuyla diğer harman sahibini ziyaret etmek üzere arabasına binerek buradan uzaklaştı. (devam edecek)
Kalın sağlıcakla..