“Hayır, hayır, dünyada hiçbir şeyi seni sevdiğim kadar sevmediğimi kesin, açık bir dille söyleyebilirim. Bunu söylemeden hiçbir şekilde mektubuma başlayamam.” Başkalarını sevebileceğimden bin kere daha kuvvetle sevdim seni.
Trabzon’da, Kilat köyündeyim. Her şey, her şey bana seni hatırlatıyor: Birlikte dolaştığımız yerler, evler, bahçeler, eşyalar, tanıdığımız insanlar… Her yerde, benliğinden bir parça bırakmış gibisin. Düşüncelerimde, rüyalarımda, sevinçlerimde, acılarımda, kederimde, hareketlerimde, konuşmalarımda hep sen varsın. Her yerde varsın Dağlım!
Oysa burada, seninle yan yanaydık, göz gözeydik, beraberdik. Yanında; yavaş yavaş yükselen, bahar gibi, genç, uçucu, hafif bir koku duyar gibi olurdum. Serap gibiydin, sanki hayatta benden esirgenmiş ne varsa hepsi sendeydi. Yüzünü kâh elma çiçeklerine, kâh ışık yağmuruna benzetirdim.
Yanımdaydın. Mutluluğum büyüktü; dağlarda dolaşıyor, ruhlarımızı yeni manzaralarla zenginleştirirken bir ruhta eriyor, aşkın soylu ve heybetli kalıbına dökülüyorduk.
Gözlerine bakardım, gözlerin tıpkı fırtınadan sonra bulutlardan temizlenmiş gökyüzü gibiydi.
Üstün başın güneş, üstün başın orman kokardı. Saçlarında taflandan, saçlarında sarıpapatyalardan bir taç, saçlarında yaprak kokusu olurdu. Biçilmiş çayır kokulu sevdiğim derdim, derdim de gülüşürdük.
Yanımdaydın, seni seviyordum. Kendimi düşünceleriyle, özellikleriyle başka bir insan gibi hissediyordum. Daha çevik, kendinden daha emin, daha cesur, daha mağrur olmuştum. Benimle birlikte bütün kâinatın manzarası, rengi, içindekiler de değişmiş gibiydi. “Dolup taşan ruhum, içimde göz kamaştırıcı umutlar uyandırıyordu.” Her şey güneş ışığından yapılmış, yeryüzünden çirkinlik denen şey kalkmış gibiydi.
Dağlarda, ormanlarda, fındık bahçelerinde, Güneyde, Aktaş’ta dolaşırken yalnız başına bırakamadığımız bir çocuğa yaptığımız gibi yapar, elinden tutardım. Bir sincap kadar hareketli, başını kâh sağa, kâh sola çevirir, canlılıkla gülerken elimi sıkar, kolumdan tutardın. Sanki çoktan beri kavuşmak istediği bir oyuncağı elde eden bir çocuğun sevincini yaşıyordun. Neşeliydin, gençtin, gülümsüyor; etrafına o kadar çok hayat ve neşe saçıyordun ki Rabia nenem sana “yakınında hasta olsa şifa bulur” diyordu.
Seviyordum, çok seviyordum, sözlerine itiraz değil, dikkat bile edemiyordum. Seni dinliyor gibiydim, gibiydim çünkü dinleyemiyor, mutluluktan ve aşktan bahsettiğini sezdiğim için gülümsüyordum.
Yüksek sesle konuşamıyordum, kelimeler sırrımı ifşa edebilirdi, doğrusu da şuydu: konuşan içim değil, dışımdı. Ya sana gerekli gereksiz sorular soruyor ya da kendime yapacak bir şeyler buluyordum. Sadeliğin beni dürüst olmaya zorluyordu, bunu hissediyor ve bundan gizli gizli de mutlu oluyordum. Oysa biliyordum ki gözlerimdeki ifade ile söylediklerim farklı şeylerdi. Kelimelerim, daldaki kuş gibi sallanıyordu.
Yanımdaydın. Evin önündeki çardakta otururduk. Yığılan bulut kümelerinin birazdan yağmura dönüşeceğini söylerdim sana. Sonra yağmur boşanır, dağların temiz havasını derin derin içine çekerken üşütecek seviyede bir yağmur serinliği duyardın; ben getirir, boynuna bir atkı sarardım. O atkıyı hâlâ saklıyorum.
Geceydi. Ay yukarıdan bizi ışık tufanına boğuyordu. Yüzün sanki gümüş suyuna batırılmış gibi parlıyordu. İçli bir Karadeniz türküsü çalmaya başlamıştı. Kendimizi müziğin nağmesine kaptırmış, dinliyorduk. Türkü bitmiş, gece ilerlemişti. Öylece konuşmadan oturmaya devam ediyorduk. Gerçek aşkın söze ihtiyacı yoktu. Sanki şafak sökerken asılacakmışız gibi, yaşamak için önümüzde kalan tek gecede, o zamana kadar beyhude yaşadığımızı anlamış gibiydik. Ellerini ellerimin arasına almış, içten gelen sonsuz bir asalet duygusuyla “Bütün hayatım boyunca seni sevecek ve şimdiye kadar çektiğin acıların hepsini sana unutturacağım” demiştim. Her yanda yalnız biz vardık, bütün dünya bizimdi, hiç kimseye ihtiyacımız yoktu.
Toprakta, şehirden uzakta yaşamak istiyorum. Kendimi iyi etmek istiyorum. Sakinliğe, sessizliğe ihtiyacım var. Bir başka hayata muhtacım. Dedemin ayak izlerini taşıyan bu topraklara göçüp sığınmak istiyorum. Toprak ve gökyüzü adamı olmak istiyorum. Başka bir şey değil.
Sana çocukluğumu; ateşböceği cümbüşünü, sana nenemin eğrelti otundan yaptığı yataklarda yatışımızı, gece camın aralığından gördüğüm yıldızlara bakarken yorgunluktan hemen uyuyakalmamı, sabah erkenden uyanmalarımızı, harmanın dibinde ekilmiş olan domates ile salatanın kokusunu bir daha başka bir yerde alamadığımı, bütün gün bahçelerde koşmalarımızı, bugün kesin yiyeceğiz diyerek Emine ablamla hemen her gün beş çeşit armut, altı çeşit elma ve kiraz toplayıp yemeden öylece bırakmalarımızı; sana fındık bahçelerini, seksen çift fındığın yaklaşık bir kilo yaptığını, Kore kahvenin yanındaki bakkaldan mantar almamızı ve mantar tabancamı, o bakkala sinmiş bisküvi kokusunu, uzak yakın horozların “kalkın” diye ötmelerini, daha gün doğmadan yola çıkıp hayvanlarımızı otlatmaya getirmemizi, Trabzon Maçka arasında gidip gelen araçları sayarak yarıştığımızı… “Kendimize küçük küçük eğlenceler bulduğumuz, ağız dolusu güldüğümüz, salçalı ekmekle doyduğumuz, mısır püskülünden bıyıklar yapıp tiyatrolar çevirdiğimiz, çilek bahçelerini talan ettiğimiz, toprakla iç içe olduğumuz, ayağımızda kara lastik, dağ, taş demeden, yorulmadan, özgürce koştuğumuz, sabah evden çıkıp gece yarısı döndüğümüz o güvenli, huzurlu köy yaşamına, çocukluğumun en özel zamanlarını anlatırdım sana…”
Türküyle başladım, türküyle bitireyim: “Bilmiyon mu benim sana yandığım, ellerin köyünde garip kaldığım…”
Dağlara, sisin içine, zifin çiçeğine, sarıpapatyalara, tertemiz sabahlara uyanasın.
Bu yazı, Cinas Fanzin’in üçüncü sayısında yayınlanmıştır.