Güzel Adamlardı

Hakan Bahçeci

Adamlığı yazarak değil de yaşayarak gösteren birileri var elbet. Mal mülk, makam mevki, para pul ve dahası ile ölçülen bir şey değildi ki adamlık. Adamsa biri “adam” denirdi o kadar. Şimdi adamın biri kalkıp “ne kadar” diye soracak olsa “şöyle adam gibi” cevap verecek “adam mı yok.” Velhasıl adam gibi bir mevzu…

            Hayır “adam” nasıl olur diye yüksek perdeden cümleler kuracak değilim, haddimizi bilir, adam gibi yerimizde otururuz. Filhakika güzel adamlar geldi geçti mahallemizden, nezaketi cesarete, muhabbeti hürmete, sözü dinlemeye kardeş bilen adamlardı, güzel adamlardı.

            Bu mahalle bir mektepti okuyup bilene, adamlığın adamca öğretildiği ve diplomasının ölünce verildiği kadim bir mektep hem de. Ağır ve sade yaşarlardı, ağır ağır konuşurlar, gerekince “ağır söz” söylemekten çekinmezlerdi. Şakaları bile adam gibiydi.

            Ne giydiğine değil nasıl giydiğine bakılırdı, yamadan değil yeni olandan mahcubiyet duyulurdu. Sözün kıymeti ölçüyle tartılmaz, laf olsun diye sadra şifa niyetiyle kelam edilirdi. Bir Ahmet Amca vardı dükkân komşumuz; kapıdan içeri girenle hasbihal etmeden iki satır kelamı kibar etmeden bırakmazdı. Dükkân komşuluğu dediğiniz şimdinin bankalarına taş çıkartır hem de faizdi krediydi filan değil; ihtiyacı olana kasada ne varsa verilir, borçlu da dediği günü sektirmez geri öderdi.

               Bu mahallede neredeyse hiç kavga olmazdı, olacaksa bile araya “adamlar” girer, mesele tahlil edilir iş tatlıya bağlanırdı. Tatlı demişken ne tatlı adamlardı; hitap ederken “bey” demekten çekinmezler, “Azizim” deyip sohbete başlarlardı. Sohbet onlarla tatlıydı, berberi, kasabı, manavı, terzisi, tamircisi… Hepsi mi okumuştu bu adamların, bunca güzel hatıra nasıl ve nerede yaşanmıştı, bu kadar güzel hikâye ve masalları kim bunlara anlatmıştı?

            Dostluğun da adamıydı onlar; çarşıya pazara çıkınca “Akşama üst komşumuz gelecek, kahveyi pek sever, yanına lokum da ister” deyip dostun damak tadını düşünürler. Akşam hanımla sofraya oturunca “Ya hu hatun, kaç gün oldu bizim Hac yoldaşı, gelip gitmedi, görünmedi var bunda bir şey, yemekten sonra bir gidelim, yoklayalım” demenin adıydı adamlık.

            Uzun kış akşamları haftada bir halkalar halinde sohbetlerde buluşulur, doyumsuz vakitler tadılırdı. Şiir okurlardı bu adamlar, türkü söylerlerdi. Yok olmadı mı kaside söyleyip naat okuyacak da var, bir gönül meclisinde gönül telinden nameler de var. Bunlar ses sanatçısı, şair, güfte kâr filan değil adamlığı meziyet kabul edenler. Benim gördüğüm esnafların çoğu ütülü elbise, kravat ve boyalı ayakkabı ile giderdi işe. Dükkân besmele ile açılır “ne kadar çok kazanırsam o kadar iyi” değil “helal olsun da aman az olsun” düsturu ile siftah edilirdi.

            Fırından iki ekmek fazla alıp “nasibi çıkar” demenin zenginliği, “kokmuştur, bir tas da komşuya gönderelim” demenin ferahlığı, mahremiyet denince gözünü yerden kaldırmamanın, namus denince aileye hürmet etmenin, kadın deyince koruyup kollamanın adıydı adamlık.

            Hani dedim ya şakaları bile adam gibiydi diye; hiç unutmam aklımın henüz erdiği vakitlerdi, misafirliğe gitmek için “bir maniniz yoksa” cümlesini kurduğum yıllar; gerçi gidilecek ev uzaksa mâni de sorulmazdı ya, annem bir adım arkada, ben babamın elinden tutmuş yürür giderdik işte. Muhtar amca davet etmiş çaya, davete icabet gerek, beni de çok sever, çıktık gittik. Çayımızı içmiş, sohbetimizi etmiş “Allah’a emanet” deyip eve dönmüştük. Evin önüne gelince donup kaldık annemle, kapı bildiğin duvar, sağda yığılı üç beş tuğla baya örülmüş bizim kapıya. Babam tebessüm etti “Allah hayrını versin” dedi, o kadar. Kime dedi, yapanı nasıl bildi hiç öğrenemedim ama böyle bir latifeyi yapmak da kaldırmak da “adamlık” dairesine dahildi.

            Ha bir de aynı ömrü beraber yürümeye kavilleşmiş bir kadının seslenişiydi “adam”. Güzel adamlardı vesselam.