Sözlükte haber; mahiyeti itibariyle doğru veya yanlış olma ihtimali bulunan söz" şeklinde tanımlanır. İslam inancı açısından meseleye baktığımız zaman nasıl ki, güvenilir ve dürüst olmak İslam’ın şanındansa, aynı şekilde verdiği haberin güvenilir ve doğru olması da Müslümanlığın şanındandır. Verilen bu haberin sözlü ya da yazılı olması gerçeği değiştirmez. Çünkü Yüce Allah insana, doğru haber vermesini ve doğru haber edinmesini bir içgüdü olarak lütfetmiş; yalan haber vermeyi ve yalan beyanda bulunmayı da yasaklamıştır. Yalan beyan; ister sözlü, isterse yazılı yapılsın dinimizde günahtır, haramdır. Yalan haber, halkın doğru haber alma hakkının bir ihlalidir. Yalan haberden toplum vicdanında nefret edilir. Bizler “güvenilir” bir peygamberin ümmetiyiz. Her yerde ve her zaman, sözün en doğrusunu söylemekle yükümlüyüz.
Günümüzde yazılı ve sözlü basın yayın organları; halkın gören gözü, duyan kulağı ve konuşan dili konumundadır. Bu sebeple, basın çalışanları, her haberi tahkik etmeli, aşırı dikkat ve titizlik göstermeli, doğruluğu konusunda emin olmadıkça kamuoyuyla bir haberi paylaşmamalıdır. Çünkü haber bir emanettir, yapılan yanlış bir haber, birey ve toplum hakları açısından telafisi imkânsız sonuçlar doğurabilir. Onun için basın yasasına ve dini değerlere bağlı bir basın çalışanı nedâmet duyacağı haber, resim, makale gibi etkinliklerden uzak durmalıdır. Zaten güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri, doğruluğunu araştırmadan kabul etmek İslam’a uygun değildir.
Haber konusunda İslam tarihinde, sosyal ve hukukî hayatın düzenli yürümesi, haksızlık ve huzursuzlukların önüne geçilmesi bakımından çok önemli bir olay yaşanmıştır. “Hz. Peygamber (a.s) tarafından Velîd b. Ukbe, Benî Mustalik kabilesinin zekât vergisini toplamak üzere gönderilir. Velîd yolda iken birisi, bu kabileden silâhlı bir grubun yola çıktığı haberini getirir. Velîd, onların savaşmak için çıktıklarını düşünerek geri dönüp Peygamberimize durumu anlatır. O da haberin doğru olup olmadığını araştırmak ve gereğini yapmak üzere Hâlid b. Velîd’i gönderir. Hâlid kabileye yakın bir yerde konaklayarak durumu araştırır; söz konusu grubun ezan okuyup namaz kıldıklarını, İslâm’a bağlılıklarının devam ettiğini tesbit eder ve Medine’ye döner. Sonunda onların, zekât tahsildarı geciktiği için durumu öğrenmek veya zekâtı kendi elleriyle Hz. Peygamber’e teslim etmek üzere yola çıktıkları anlaşılır. (bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 279). Bu olay üzerine şu âyet-i kerime nazil olur: “Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.” ( 49/Hucurat 6).
Görüldüğü gibi bu âyette “fâsığın birisi size bir haber getirirse” şeklinde bir uyarı vardır. Din dilinde fâsık, “dinin emirlerine uymayan, Allah’a itaatten çıkan kimse” demektir; yalan haber taşıyan kimse de bu kavrama dâhildir. Hz. Peygamber’in ashabı genel olarak doğru, dürüst,mevsuk, takvâ sahibi ve âdil kimseler olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık kelimesi, Velîd b. Ukbe’nin değil, ona yalan haberi taşıyan meçhul kişinin niteliğidir. Âyetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez âdil olduğuna güven duyulmaz olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete geçilmemesidir. Dolayısıyla Müslüman bir muhabirin haber konusunda takip etmesi gereken siyaset, haberi veren kişinin güvenilir olup olmadığını araştırmak ve verilen haberi değişik kanallarla tetkik ettikten ve haberle ilgili tam bir kalbi kanaat getirdikten sonra doğru ya da yanlışlığına karar vermektir.