Kainat içinde insanı, düşünce diyalektiği açısından güneş kadar meşgul eden ikinci bir varlık bilmiyorum. Güneş bazen kendi başına bir destandır, masaldır. Bazen bir masalın, destanın kahramanı yani öznesidir, bazen de kendisi dışındaki kahramanlara yol gösteren bir zarftır, edattır veya sıfat.
‘’Güneş, dağların bebesidir’’ diyen Sezai Karakoç’un, güneşin doğuşu esnasında insan ruhuna yansıyan metafizik gerilime ayna tutmak için dağların heybetini kullanması, insanın doğumla başlayan kaderini anlatmak için kullandığı sembolik bir ifadedir. Dağların anaya güneşin bebeye benzetilmesi, tabiatın da bir can taşıdığı, daha doğrusu ona, ta ötelerden can veren bir Can bulunduğu gerçeğini görmemiz içindir.
Güneşle insan öyle iç içe girmiş ki; güneş ağlarsa insan da ağlar, onu gülerken gördüğü zamansa mutlu olduğunun farkındadır insan. Doğarken oluşturduğu kızıl şelale, yeni yetme bir gencin dinamik duruşu kadar öz güven yüklüdür de, öğleden sonra boyandığı sarıya yakın rengiyle sonbaharın habercisidir. Akşama doğru karanlığa kaçarken insan gibi ‘’ Allah’tan geldim Allah’a dönüyorum’’ sırrıyla ölümü gerçekleşir ama insanın dönüşü olmayan bir yolculuğuna karşın, güneşin ertesi sabah yeniden dirilişi vardır akşama tekrar ölebilmek için.
Benzerlik bu kadar da basit değildir tabiki; güneşle insan arasındaki fark hesapların hesabıyla ilgilidir. Güneşin hesabı Yaratıcı tarafından ödenmiştir de, insanın hesabı güneşin de ötesine geçen bir zamansızlık zamanını bekler. Şairin dediği ‘’kehkeşanlara kaçmış güneşler’’ bile ortaya çıktığında samimiyet terazisinin ibresi nerede duracak, onu göreceğiz güneşin de öldürüldüğü yerde.
Güneşin küskünlüğünden korkarım ben; hatalarımdan, günahlarımdan benim adıma haya ettiği için önüne buluttan bir perde çekmiş gibi geliyor bana. Bulutların güneşi kapatmasıyla insan ruhunda meydana gelen depresif pozisyon arasında kurduğum belki de sürrealist bu bağlantı bize kendimize gelmek için ilahi bir uyarıdır diye düşünürüm. Güneşi seviyorsanız siz de güneş gibi olun dercesine bir metafizik uyarı.
Yukarıdaki karamsarlığım(kötümserlik değil) sizi ürkütmesin; çünkü güneş kendisi aşk olduğu kadar aşkı, aşkın ötesiyle buluşturan bir mecazın da adıdır; ‘’İki Cihan Güneşi’’ ifadesiyle Peygamberimizde (S.A.V.) kendini bulduğu gibi. Tasavvufi anlamda varlıkta yokluğu, daha özet ifadeyle yokluğumuzun haberini verirken, varoluşun da zevkini tattıran bir aşkın ilk habercisi gibi gelir bana güneş.
Bir başka açıdan hatıralar deposu olarak da bakabiliriz güneşe. Hz.İbrahim’e Allah’a giden yolda ona rehberlik yaparak dirilişi müjdelerken; Nemrut’un bir sivrisinekle ölümüne bizim adımıza şahitlik yapan ve yaşayan bir hatıra defteri.
Hz. Musa’ya, denizin yarılması için geceye gizlenen güneş, Firavun’un boğulmasını beklemek için de kendini sabaha saklayan bir zaman oparatörü.
Hz.Muhammet (S.A.V.) parmağıyla Ay’ı ikiye bölerken, mucizeye Ay’ın gerisinden destek veren güneş, Ebu Cehil’in küfrüne zavallı edasıyla tebessüm eden bir fotoğrafçı.
Güneşle insan arası ilişki kıyamete kadar devam edeceğe benziyor, ondan sonrasını ancak Allah bilir. Selamlar.