İman gibi inkarın karakteri de değişmiyor. Kabil’de ki kıskançlık ve haset, zamanımızda Marksizm, Mısır Firavunlarında ki ilahlık, komünizm; Karun’un anahtarları kapitalizm; ateizmin yandan çarklısı deizm; Kleitus’un (efsaneye göre tarihte büyük katliamlar yapmış İskender’i ölümden kurtaran, daha sonra İskender tarafından kılıçla öldürülen arkadaşı. Bu efsaneyle, Osmanlı’nın Yahudi’ye ikramı, Yahudilerin Osmanlı’ya ve Osmanlı mirası Filistin’de yaptığı katliamları hatırlarım hep.)İskender’i ; Siyonizm olarak hayatını devam ettiriyor. Bütün -izmlerin buluşma noktası. İslam’a hücum.
İman; pamuk şekeri gibi yumuşak ve tatlı, inkar; mermer kadar sert, katran kadar kara , iman bir anne kadar şefkat ve merhametli, inkar; bir matador kadar vahşi ve gaddar, iman geceleyin bulutsuz gökyüzündeki yıldız kadar berrak ve net, inkar; nankör, dönek ve kaypak, kısacası iman güneş, inkar güneşin arkasına düşmüş gece. Tercih ve insan. Üzülerek ifade etmeliyim ki, birey ve toplum olarak Batı’ya bakarken güneşin arkasına düşmüş tercihlerimiz oldu tarihsel açıdan.
‘’O’nun heybetinden seslerin kısıldığı zaman’’ gelmeden, Batı rüzgarıyla kavrulmuş yaraların acı vermemiş olmasındaki sinsi tuzağı fark ederek yeniden doğuş için bir silkinme hamlesi gösterebileceğimiz umudunu zaman zaman kaybediyor olsam da; tövbe kapısının açık olduğunu düşünerek rahatlıyorum. Necip Fazıl’ın Reis’ince, bir gözyaşı çetesinin kurulabileceği ümidini hala taşıyorum.
Bazen, bütün çiçekler kendi güneşlerinin duasında olgunlaştı; biz güneş dolu tarihi bırakıp güneşin karanlığında güneş aramaya koyulmuş olmanın derin hüznünde boğulduk diye hayıflanıyorum.
Derin bir hüzün ki, istenmeyen kaza gibi; derin bir hüzün ki belayla arkadaş; derin bir hüzün ki, ölüm kadar acı. Sokakların bile, utancından lambalarını söndürdüğü çıplaklıktan, sadece Cuma günü camiyi dolduran ümmetten, faizi nerdeyse meşru görmeye başlamış tüccardan söz ediyorum elbette. Öyleyse ‘’Ey Adem orada acıkmaz ve çıplak kalmazsın, susamazsın ve güneşte yanmazsın’’ öğüdüne sebep olan yasağın, dünyaya yönelik bir iz düşümü de olmalı değil miydi ki, eşyaya köleliği hürriyet diye pazarladık?
Demek ki emre itaat, güneşin yakıcılığını da yakacak kadar kutsal ve serin. Fakat laiklik adıyla Batıdan ‘’idrakimize giydirilmiş deli gömleğiyle’’ hem güneşin karanlığına geçtik hem de onun serinliğinden uzağa düştük toplum olarak. Çoğumuzun bu gömleği çıkarmama konusunda ısrarcı oluşunu sağlıklı bir vicdanla izah etmek mümkün olmayınca ‘’seslerin kısıldığı’’ zamana havale etmek gibi bir çaresizliğe de kahroluyorum.
O halde mesele, iç seslerimiz tükenmeden bir yerden başlamaya karar vermekte, verebilmekte. İlk olarak, laikliğin içimize düşürdüğü kara sineklere güneşi gösterip mutasyona uğratacak bilinci gösterebilirsek, fizik ötesi alemdeki cennet kokusunun hasretini çekerek yaşadığımızın farkına varacağız belki yarından daha yakın bir zamanda. Buna şüphem yok.
Yoksa yavrusu için kendisini feda eden anne gibi perçemimizden yakalayıp ateşe düşmesinler diye çırpınan Merhamet Medeniyetinin kuzeyine geçip; bir başka deyişle güneşin karanlığında, batı rüzgarı efsaneleriyle yaşamaya devam edemeyiz ,bu gidişin sonunun hüsran olduğunu bile bile. Selamlar.