Şaka ile ciddiyeti birbirine karıştırmayalım. Sebeplere sakız gibi yapışarak putperest konumuna düşen kalbimiz bambaşka yerlerde gezinirken, nasıl olur da sebepleri yaratan ve yöneten Yaratan’la ilişki içinde olabilir? Aynı anda nasıl hem burada hem de başka yerde bulunabiliriz? Allah’a inandıktan sonra, nasıl olur da insanlara ve paraya tevekkül edebiliriz? Allah’a iman edip paraya tevekkül etmek ne alçakça, ne rezilce bir şeydir! Şimdi içten içe “Hayır, ben öyle değilim!” diye itiraz edenlere seslenelim: Kalplerinizi yoklayın! Geçmişe yönelik olarak hafızanızı yoklayın!
Sebepleri yaratanı bir kenara atıp sebeplere sarılan, O’nu ve katındaki sonsuz yaşamı görmezden gelip geçici olanla oyalananlar, cahillerle, edepsizlerle, dini tebliğ etme karşılığında Allah ve Resulü’nün sırtından para kazananların peşinden koşanlar, korkunç bir cehalet ve aymazlık içinde yüzüyorlar! Özellikle tebliğin ücreti yoktur. Allah’ı, Resulü’nü ve İslam’ı anlatmanın dünyevî bir karşılığı olamaz. Hiçbir Peygamber, insanlara dine ait bir hakikati anlatmanın karşılığında ücret, mal ya da hediye almamıştır. Tebliğin mükâfatı, yalnızca Allah’ın katındadır. Hangi yasa, hangi sözleşme ya da isim altında olursa olsun, Allah’ın zaten her Müslümanın omzuna yüklediği tebliğ görevinden dolayı maddî bir karşılık alanların, ahirette nasibi yoktur. Radyo ve televizyonlarda İslamî içerikli konuşmalar yapanlar, gazetelerde dinî yazılar yazanlar ve de dinî kitaplar yazanlar bunların karşılığında elbette para almalıdırlar; fakat… Fakat o ücretin bir lirasını bile kendileri için harcayamazlar. Yoksul ve muhtaçlar için harcamak zorundadırlar.
Hiç şüpheniz olmasın ki, onların cehaletinin pislikleri onlarla oturup kalkanlara da er geç bulaşacaktır. Din tacirleri ve ahmaklarla gezip tozmak, aldanmış olanların dostluğudur. Siz ilimlerinin gereğini yerine getiren âlimlerin dostluğuna, insanların içlerinde olanları görüp sabreden gözü yaşlı velilerin ve ariflerin dostluğuna talip olun. Allah’a sizi öyle seçkin kulları ile karşılaştırması için dualar edin. Umulur ki, bir yerlerde onları karşınıza çıkarır, onlar da sizi alıp göklere çıkarır.
Gerçek mü’minler Allah’a ve sevgilisine karşı ne denli duyarlıysa, insanlara karşı da bir o kadar umursamazdır. Aklı fikri, Allah’ın ve Resulü’nün kendisi hakkında ne hissettiği üzerindedir. Onlara beslediği aşkın önüne çıkan herkese ve her şeye karşı yiğitçe savaş verir. Aşkın kanunu, sevdiğinden gayrısından kopmaktır. Yüzünde hep tebessüm, içinde ise bitmeyen bir hüzün vardır. Sevgiliye ne zaman kavuşacağını bilememenin hüznü… Sevgilinin kendisini görmesine izin verip vermeyeceğini bilememenin hüznü… Nitekim Allah’ın ve bizim ortak sevgilimiz Hz. Muhammed:
“Mü’minin mutluluğu yüzünde, kederi kalbindedir.” buyurmuştur.
O bilinmeyen âlemlerin esrarına olan nüfuz etmenin sancılarıyla kıvranmaktadır; ancak Resulullah’tan aldığı terbiyeye uygun olarak insanlara karşı neşeli ve güleryüzlü görünürken, Rabbi ile olan ilişkisinde sürekli bir tasa içindedir. Çokça ağlar, az güler. Biricik sevgilimiz Muhammed, başka bir yerde şöyle demiştir:
“Mü’min için, Aziz ve Celil olan Rabbine kavuşmanın dışında huzur yoktur.”
Sürekli olarak Rabbini ister, O’nu özler. Gece gündüz O’nun kapısındadır. Kapının tokmağını çalar durur. Allah’ın, yani “büyük sevgili”nin gönlünü ve aşkını dilenmekte aşırı derecede yüzsüzdür.
Yerlerin ve göklerin hiç batmayan güneşi Allah’tır. Yerde insana ilham veren bütün güzellerin ışıltıları, O’nun sonsuz güzelliğinden aksediyor. Evrenin Hükümdarı O’dur. Sevginin ve güzelliğin aslî kaynağı O’dur. Gerçek ve ölümsüz sevgili O’dur. Allah’ı seven, başkasını ne yapsın? Güneşi isteyen yıldızları ne yapsın