Gecenin karanlığında hızla yol alan bir araba, yıldızlar gibi üzerimize gelen kar taneleri, kesif bir siyah, rüzgârın çıkardığı uğultu ve derin bir sessizlik. Yürekten sevilen bir dostun yanında olabilme, acısını paylaşabilme çabası…
Anadolu’nun kendi halinde, en sakin ve dingin haliyle bir köyü, karlar altında, bacalardan çıkan dumanları saysanız kaç hane var anlarsınız. Kerpiç evlerin, toprak damların gecenin ortasında oluşturduğu lirik şiir tadında siyah beyaz bir film sahnesi gibi… Pencerelerden sızan zayıf ışıklar, korkmamanız gerektiğini söylüyor da siz de bir an önce o ışıklardan birine sığınmak istiyorsunuz telaşı var adımlarda.
Yollar engebeli, dar ve karlı. Kıvrılarak gözden kayboluyor yolun sonu ve her an köşeden çıkacak biri varmış hissi lakin ürkütücü değil, korkunç hiç değil, yüreğinizde buraya ait olduğunuza dair güçlü bir kararlılık var. Köşeden çıkacak kişiye sadece selam vermeniz yeterli olacak, selamınızı alacak ve bitecek o yabancılık duygusu.
Kar yağıyor daha, bir kuş gibi sessiz köy, bu sessizliğin içinde kaybolmak olasılıklardan biri de olsa bunu yaşamaya değer bir an tutulması…
An tutulmasına yakalanan bizler miyiz yoksa şu an bizim dünyamızdan göçüp giden mi? Sessizce toprağa düşen kar tanesinin toprak için anlamı nedir ve aslında ölünce biz neden toprağa defnediliriz? Kabrin ölen için mi var bir manası geride kalan bizler için mi? Ruha emanet beden, eminliğini kaybedince, gittiği makamdan nasıl görür acaba bedeni o yerden?
Şimdi tüm sessizliğine rağmen yaşamına devam eden köyün, yıllardır içinde barındırdığı bir evin, herhangi bir odasında, yatağına son kez uzanmış belki uzatılmış birinin yanı başında… Daha saatler önce, çocuklarına gülümseyen, yana odunun kokusunu alabilen, havaya bakıp “Kar geliyor Mehmedim” diyen o adam, yatağına uzatılmış boylu boyunca. Örtülmüş üzeri beyaz bir örtüyle, yüzünü de kapatmışlar, mazisiyle birlikte. Bir bıçak konmuş üzerine, hareket ettirecek tek bir nefes yok onu bile.
Başında üç beş kişi, şu an tüm tarihini başında beklediği babasıyla yeniden yazan, yüreği yanık bir adam… Oda bile soğuk değil gönülde hissedilen kadar. Gönül dediğimiz mekân hem nasıl bu kadar yanar da hem de bu kadar üşüyebilir bu an?
Bir çocuk, babasının başında tam kırk yaşında bir çocuk, yok değil artık çocuk… İnsan babasını kaybedince adam olurmuş derler… Her cümlesine onunla başlıyor şimdi, babayla geçen her an akla geliyor daha dün yaşanmış gibi… Kendini bildiği andan başlayarak son nefesine kadar ne varsa kendine ve babasına dair söylemek, haykırmak istiyor, konuştuklarını bize değil babasına anlatıyor, duysun istiyor. Ve ağlıyor; içini çeke çeke, kâh gizli kâh bırakarak sesini. Bakıyor babasına, dönüyor başını eğip “daha bağa, bahçeye gidecektik, beraber azık yiyecektik” deyip döküyor gözyaşını.
Ne zaman ölür gözlerimizin yaşı, göz ucumuzdan kirpiklerimize dokunarak, tenimizde bıraktığı o serinlikten sonra düşerek bizden ayrılan o bir damla… Kendini feda eden, anlamlı bir intihar gibi, boşluğa atlayan o tek damla… Sadece ağlamak deyip geçiverdiğimiz o damla… İşte o damla bugün Mehmet’in kirpiklerinde daha anlamlı, daha derin ve daha büyük… Rabbim seni ve onu cennetinde kavuştursun Mehmet’im!