Şehrin dışında ancak yolu düşenlerin uğrak vereceği ıssız bir çay bahçesindeyim. “Neden buradayım ve ne kadardır buradayım” suallerini kapıda bıraktım. Buna rağmen bir meczup kalkıp sorarsa, cevapların da şehirde kaldığını unutmadım. Gün doğarken terk etmiştim şehri, gün batmadan dönmeye niyetim yok. Salkım söğütler gölgeliyor bahçeyi, tahta masalar tahta iskemleler, fonda kanun taksimi, uzaklarda beli belirsiz bir köy silüeti…
Tüm masaları geçip, en uzaktaki masayı seçtim. Sırtımı dönüp bahçeye oturdum iskemleye. Hem yalnız kalmak istiyor hem birilerinin beni bu haldeyken fark etmesini bekliyorum. Babasının peşinden ağlayıp evde kalmış bir çocuğun küskünlük hali; evdeki herkese küsmüş yine de alaka bekleyen bir çocuk yüreği. Mümkün müdür bu hem yalnız kalıp hem yüreğine dokunacak birini bulmak? Kaybolup gitmeye karar verdiğin yerde bulunmayı arzu etmek…
Minik bir serçe gelip kondu masaya, hareketsiz kaldım, bir iki adım attı, çaresizce arandı, dönüp bana baktı. Kimi canlar, ezelden aşina olmalı birbirine.
Zayıf ve uzunca boylu, omzunda beyaz bir havlu, beyaz gömleğiyle çaycımız gelince masaya, uçup gitti serçe telaşla. İki bardak çay koydu ve “beyim hoş geldin” deyip oturdu yanıma. Ne buyur etmiştim ne yer göstermiştim, üstüne de düşmedim. Daha ben bir şey demeden o girdi söze “Döndün sırtını bize ne gördün ne görelim istedin, epey de eğleştin mekânda, hele iç bakalım çayımızı, vakit kıymetlensin, yüreğin demlensin.”
Sözü olduğu haliyle bırakıp masanın üstünde, ikinci çay dedim kime? Vardır bir nasibi her kulun, sen düşünme kim vesiledir. Dedim “nasibinde yoksa” dedi “nasibinde ne var kim bilir.” Dedim kaybolmak da nasip midir? İki şeker attı çaya, karıştırdı sonra… Şimdi dedi; kaybolan şeker midir? Sustum, beni bir çaycı bulsun diye mi kaybolmuştum?
Çaycı devam etti; “kalbi narin insanlarız, gönlümüz umduğundan mustarip, devrin insanı olamadık usta. Görürüm ki yüreğin demli gelmişsin buraya.” Ben mi kurdum bu cümleyi o mu bildi hissi mi? Şaşırıp merak etmekten vazgeçtim, bir yudum çay içtim. Durulup teskin olmuyor, sanki bir savaş yeridir yüreğim. Hüzün dolu tüm şarkılar bana yazılmış, tüm ayrılıkların hesabı bana çıkarılmış.
Dedim; yordu bu dünya gailesi, beyhude bir telaş mıdır, sonu olmayan bir tamah mı? Dedi; yorulan bir kalbin sahibi olmak, dertlilerin harcıdır. Derdinden bahtiyar olmaya bak sen. Bahtiyarlık, sıradan ve öylesine ele geçer mi dedim, bir çocuğun gülüşüne, bir çiçeğin açışına, bir annenin duasına bak dedi, hangisi bahtiyarlıktan azade olur ki?
Sustum, çaycı sustu, biz susunca kuşlar sustu, fonda müzik sustu, sandım ki hayat sustu. Korkma dedi sessizlikten, duymak için sessiz kalmak gerekir. Sen susarsın onlar vazgeçtin sanırlar, sen sessiz kalırsın onlar yenildin sayarlar.
Dedi; nedamet dünyasıdır bu, hatalarının toplamı, merhamet dünyasıdır hem, sevgiler toplamı... İhanet de var unutulmak da bir insafsıza düşmek de var bir kör kurşuna vurulmak da. Dedim; bunca şeyi toplayınca gönül yorgun düşüyor usta. Gidene üzülüyorsun bazen, gelene sevinmediğin kadar. Vefadan bahsedenlerin vefasızlığı yoruyor mesela, kedinin o kadar nankör olmadığını görüyorsun kimi insanları tanıyınca. Ve seni en çok üzenler üzerine titreyip emek verdiklerin oluyor usta. Ben dedim böyle o sustu, o söyledi sonra ben sustum.
Salkım söğütler konuştu sonra, masaya tekrar gelen minik serçe. Yoldan geçen yolcu da konuştu, han sahibi de. Gün soldu, güneş battı, rüzgâr çıktı. Çayı içmişim, şimdi fark ettim. Masada yalnızım ne biri bulmuş ne soran olmuş, çaycı masaya hiç oturmamış. Bir “ben” gelmiş yanıma bir “beni” bırakmış yalnız.