“Neden sever insan?”
Farkındayım keskin ve acımasız bir soruydu böyle bir yazıya başlamak için. Binaenaleyh sualimin mahcup ve memnu bir cihetinin varlığından haberdarım. Buna rağmen yaratılışın ve varlığın içinde saklı ve cevher itibariyle var olan “sevmek” mevzunu kim yazmadı ki? Hangi ozan sevgiye dair bir türkü yakmadı, hangi hükümdar bir çift yeşil göz için çıkmadı bir sefere, hangi yaratılış sevgiden azadeydi, hangi toprak parçası “vatanımdır” diye sevilmedi?
Neden sever insan? Sualime her insan kendince bir cevap verebilir ve hatta kalkıp biri “Neden sevmesin” diyebilir. Bir başkası “Senin ki de soru mu şimdi” mealinde istihza edebilir. Şairler ilham alır, bir roman yazılır ve kalkıp biri sinemaya çeker bu hikâyeyi. Kimi kızar, kimi kutlar bu soru için. Oysa her kim yeltenmişse bir şiir yazmaya, her kim başlamışsa bir resim yapmaya, bir hat Aziziye’de, bir lale Selimiye’de, bir sahne oyunu belki eski bir amfi tiyatroda; olmak ya da olmamak işte bütün mesele burada… İçinde sevgi olmayan bir soru sor dönüp gönül yurduna.
Bilimsel verilere, kalemle deftere, hesapla kitaba sığmayan bir gönül yurdu var insanın. Kalbimizin kaç attığını, kanın basıncını, kemiğimizin yaşını ölçüyor da hekimler, gönlün sevgi şubesine nüfuz edemiyorlar. Doğru ve yanlış sayısına, az ve çok ölçümüne, bölme işleminden geriye kalana göre hesap edilemiyor gönlün sevgiyle münasebeti.
Aşkın ve içkin bir sevgi mündemiç olarak gönlümüzde iskân ediyor. Kimisi, geçici ve hesaplı ilişkiler yumağını sevmek heyulası ile sebep ve sonuçlara bağlıyor, kimisi sahiplenmek ve bir eşya gibi kullanmak üzerine kurguluyor sevginin gücünü. “Sevdim de çekip vurdum” diyor biri, “sevdim de içtim” diyor zehri öteki. Şimdi kim inkâr edebilir onların sevmediğini ve bir gönle girmediklerini.
Sevgi, gönlün en yüksek eylemi olsa gerek. Öfke ve nefret gibi, aşk gibi, korku gibi sessiz ama enerjisi en yüksek hissidir nitekim. Eskiler “Kuvve-i Cazibe” dermiş gönlün bu eylemine. Filhakika “Niye”siz seviyor gönül. Hesap edilmiş bir havuz problemi değil mevzu, lakin gönül havuzu dolup taşıyor. Gönül canda emanet, can tende mahpus. Ne tahliye zamanını ne idam vaktini biliyoruz, seviyoruz sadece.
Gönül yurdu, toprağında eğleşmek isteyen, mekân tutmak isteyen kim ve ne varsa içine sığdırabilecek kadar geniş ve mümbit. Lakin herkes ve her şey ha deyince yer tutamıyor burada. Kâh ihanet ediyor kâh hoyratça harcıyor birileri. Bir diğeri talan ediyor, yıkıyor gönlün çektiği acıya aldırış etmeden. Biri geliyor, baharında ve burçlarında yaşarken gönlün, çekip gidiyor. Kapıyı çarpıp giden de var, habersizce çıkıp giden de. Olan gönle oluyor. Hesap edilmemiş bir vedanın geriye kalan viranesi…
Beklentisiz seviyor gönül, beklentiye girerse hesabi olacağını biliyor. Bekliyor yine de umuyor… Gönül sevmekten mesul tutuyor kendini vuslattan değil, vermekten anlıyor almaktan değil. Bir yâr seviyor misal; uzaktır, yanlıştır, kimine göre yasaktır, hatadır. Belki imkânsız belki zamansızdır. Hesap edemez, ölçemez, mesafeyle zamanı çarpıyor, hicranı vuslata bölüyor kalan ince bir sızı oluyor.
Vuslat kadar ayrılığı da alıyor içine gönül, biriktirdiği isyanları, tutuştuğu kavgaları, döktüğü gözyaşlarını. Sonra bir evladın sıcaklığını, bir babanın mezarı başında duayı da sığdırıyor gönlüne. Bir zikir meclisinde “yâ Hû” deyişini, sohbet ehliyle sözün lezzetini, seher yelinde yârin suretini hesap bilmeden seviyor gönül.
Hesapsız seviyor bir ülkeyi, vatan sayıyor, yurt biliyor, uğruna ölünecekse bir toprak parçasının işte burasıdır diyor. Evladını, torununu, eş ve dostunu veriyor vatan uğruna. Nasıl bir sevmek ki bu teslim oluyor, razı geliyor bu ayrılığa. Vatan geliyor davanın ismi oluyor. Tarih oluyor, gönül tarihini seviyor…
Gelgelelim düne dair kaç sevda varsa, ne kadar Mecnun ve ne kadar Leyla, ne kadar aşk varsa, söze ve şiire dair, kalem ve harfe dair hepsi bir gönle sığar da o bir gönül sığamaz dünya yurduna. Dedik ya; gönül hesaptan anlamıyor.