Gölge değilsin, varsın ve çok özledim seni.

İbrahim Çolak

Gurbete çıkarken yanıma bir avuç vatan toprağı, bir de bana merhamet dolu avuçlarını hatırlatan siyah bir taş aldım Dağlım.

        En çok da dağların dantelalı doruklarına benzeyen gözlerin ve ellerin yanımdaydı. Ellerin… Hatırlıyor musun, seni beklerken duvara isimlerimizi yazmıştım. Gelmiştin. İsimlerimizi görmüştün. Mutluydun. Yere dikmiş olduğun gözlerini ağır ağır kaldırmış ve öylece durmuştun. Duvar bizim yerimize konuşuyordu! Kımıldayamıyorduk. “Ucun ucun uzanan ellerimiz olmuştu, dördü birden sarılmışlardı birbirine, sımsıkı; ellerimiz birbirlerinin içinde eriyordu. Ellerimizi bırakamadık, ne de onlar yorulup usanarak ayrılmışlardı. Gözlerimiz çakışıyor, başka yerlere bakıyor, çevrede şöyle bir dolaştıktan sonra gene dönüp birbirlerinin derinliklerine gömülüyordu.”

        “Ellerimiz gerçektiler ama gerçeğin yalnızca kemikleriydiler, eti, kanı değil. Ellerimiz, birbirine değen, sarılan, birbirinin içinde eriyen ellerimiz bile her şeyi söyleyebilmek gücünden yoksundular.” Gerçeğimiz, sabahın alacasında birbirimize ettiğimiz, gözyaşı ile yıkanmış dualardı.

        Hem ki “gözlerimiz karşılaşınca ne dediğimizi unutuyorduk, bir cümlenin tam ortasında bizi ani bir sessizlik sarıyordu.” Sevmek, çok zaman çok konuşmak değil, hissetmekti ve ben seninle ne çok şey yaşadım, senden ne çok şey öğrendim Dağlım.

        Saklamakta zorlandığım hüznümle beraber yollara düşmüştüm. Ben seni bütün yollarda ve şehirlerde sevmiştim. Yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları gökyüzünün şiiriydi, sen benim şiirimdin.

        Yağmurda evinizin balkonuna çıkar, bir yandan türkü söylerken, diğer yandan ağlardın, ıslanırdın. Yağmur sana yakışıyordu Dağlım.

        Kendime kızmanın yorgunluğu ile uzandığım otel odaları kasvetliydi, yalnızlığım çoğalıyordu. “Karanlıklarda bir bekçiden yardım isteyip de karşımda bir hırsızı bulmuş gibiydim.” Her neyin etrafında dolaşıyorsam uçuruma dönüşüyordu. Ne o uçurumdan uzaklaşabilecek gücüm ne de kendimi bırakabilecek kadar cesaretim vardı. Tren, ara bir istasyonda kırk dakika kadar mola vermişti. Küçümen bir caddesi olan kasabaya indik. Açtık, bir şeyler yemek için lokantaya girdik. Arkadaşımın ısrarı ile camın dibine oturduk. Gelip geçenlere bakar ve yemeğimizi beklerken; sonradan anlayacaktım ki asıl neden, arkadaşımın az önce indiğimiz treni göz önünde bulundurmak isteğiydi. Yemeğimiz geldi, arkadaşım hızlıca bir başlangıç yapmıştı. Acele etme diyordum, yarım saatimiz var. Olsun demişti, bir an önce yiyelim ve trene dönelim.

        Arkadaşımın dediği oldu, yemeğimizi hızlıca yedik ve trene oturduk.

        Sonra birkaç soru sordum arkadaşıma ve şu sonuca vardım.

        Trene karşıdan bakıp her an bizi almadan hareket edebileceğini düşünmektense yeniden trende olmak çok daha rahatlatıcı bir düşünceydi.

        Aslında bu durum hemen bütün hayatımız içinde geçerliydi.

        Dışarıda kalmak korkusu!

        Bir sonraki trene kalmanın endişesi, eşyalarımızdan/anılarımızdan uzaklaşmak, yürümek, parasızlık, mevkii kaybetmek, açıkta kalmak, oyundan uzak düşmek, sıra dışı sayılmak ve en çok da sevilmemek…

        Durum şuydu: Aynı geminin içinde olalım da varsın gemi batsın!

        İstanbul’a yürürken yani yürüdüğüm sürece hiç müzik dinlememiştim. Kendi iç müziğim, söylediğim birkaç türkü, toprağın, ağaçların, yağmurun, kurumuş otların, yolların müziği yetiyordu zaten. Yolda, beni hiç tanımadan selam verenler, evine aldığı meyveyi poşeti ile ikram edenler, nasibime düşenler, yazılanlar ve yazılmayanlar vardı.

        İnsan kendine yürüyordu. İnsan iyiye, güzele, adalete ve merhamete; insan yalnızca kendi kalbine yürüyordu Dağlım.

        İnsan ancak kendi sevgisinden emin olabilir. Diğer sevgiler çokça emanet.

        Giderek; söze, yazıya, sarılışlara ve sevmelere inanmaz oluyorum Dağlım. İnanmaz oluşum, yaptığımız balın yenmiyor oluşundan, inanmaz oluşum vitrinde olmak isteme zaafımızdan, inanmaz oluşum üretmeden tüketmemizden, inanmaz oluşum inanmak istiyor oluşumdan… İçselleştirmiş bir halde, başlarını öne eğerek yürüyen erdemli insanları “taklit” edebilsem yol almış olacağım.

        Nasıl demiştik: Güzel insan: kulağı sağır, dili lal, başı öne eğik.

        Görünür olduğumuzdan fazla görünmemek, duyulması gerekeni söylemek, her konuda bizim de anlatacağımız bir öykünün olmaması… Öyle çok hünerimiz, o kadar çok bildiğimiz var ki çuvallara sığmıyor. Benim hünerim seni sevmek olsun Dağlım!

        Nedir ki aslında birçok duygumuzu saklıyor, yerine, çok zaman gevezelik koyuyoruz.

        Sözlerim eksik, gözlerim mahcup, kollarım gerçek. Özleme sarılıyor ve seni sevdiğimi söylüyorum Dağlım.

         Nasıl demişti şair: “Haberini alayım, yeter.”

         “İnsanın kucaklayabileceği kadı gölge değildir.” Gölge değilsin, varsın ve çok özledim seni.

         Beni bağışla…