Sıranın kendisine gelmesini bekliyordu kara taş fırının önünde. Bu fırından simit alanların en küçüğü, en cılızı ve en sevimlisi olarak bekliyordu. Yanık susam kokusunu içine çekerek, sıkıca tuttuğu bakır tepsisine simitleri itina ile dizmeyi ve bir an önce sokaklara dalmayı düşünüyordu.
Ona bakanlar bu küçücük bedenin ve minik ellerinin bunca yükü kaldırmasına hayret ederdi. Devrilmiş bir ağaç gibi oturur ama yürürken yılkı atları gibi dik dururdu. “Paşa” soy isminin büyük dedesinden kaldığını gururla söyler ve adından çok soy ismiyle çağrılmayı yeğlerdi. Paşam aşağı paşam yukarı derken adı “Paşam” kaldı gitti.
Paşam, sessiz kalmayı tercih eder üzerine üşmedikçe lafa karışmazdı. Lakin laf düşerse, kendinden büyük koca koca laflar ederdi. Simitçilerin çoğu kabul etmese hissettirmese de Paşamla dertleşmiş bir sırrını onunla paylaşmıştır. Paşamın bu fırına sırlı bir bereket verdiğine inananlar az değildir.
Paşam yetimdir oysa lakin yetimliğini bir ustası bilir bir de mahallenin imamı. Sabahtan öğlene kadar sattığı simitlerin parasını annesine teslim eder öğlen okuluna giderdi. Kendi her gün lor peynirin yanında bir simit yer ve o simidin parasını bile kazandığından verirdi. Tepsisine ve simitlerin üzerine örtmek için annesinin ördüğü küçük örtüye gözü gibi bakar ekmek teknesini asla küçümsemezdi.
Sıra Paşam’a geldiğinde gün ağarmaya başlamış, sabah namazından çıkanlar caminin köşesindeki çay ocağında çaylarını söylemişlerdi. Kara taş fırının kara tenli ustası boncuk boncuk terlemesine rağmen işini aynı hızda yapmaya devam ediyordu. Karşısında Paşamı görünce gülümseyerek “Hayırlı işler Paşam” diyerek fırından yeni çıkan simitleri paşanın bakır tepsisine dizmeye başladı.
Sokak sıcak simitlerin kokusuyla dolmuştu. Şehir de acıkmış gibiydi, simitlerin kokusuyla doyacak gibi içine çekip bitiriyordu simit kokularını. Paşam tepsiyi aldı, o minicik elleriyle yıllardır bu işi yapan bir usta edasıyla başının üstüne yerleştirdi. Hızla yürüdü ince, tiz ve ürkek bir sesle uzaklaştı; taze taze gevre gevrek simiiitt.
Paşam, kentin kendi sesiyle uyandığına inanırdı, değilse bile öyle olsun isterdi. Geceyi bir uyku ve dinlenme zamanı olarak yaratan Rabbine bir şükür vesilesi olarak mı görürdü acaba? Yoksa onca insanın yeni güne başlamak için ilk olarak selamlaştığı kişi olduğu için mi?
Paşam, her türlü insanı gördü küçük yaşında. Hepsi tepsisi ve örtü sayesinde. Belirli aralıklarla bağırırken sokak aralarında insanların bu sese nasıl karşılık verdiğini, nasıl tepki gösterdiğini gördükçe hayatın aslında bir mana arayışı olduğunu sezdi. Alışkanlıkları vardı insanların hem de kolay vazgeçemediği; sokağın başında oturan doktor illa ilk simidi almak ister kendisinden başka dokunan olduğunu fark ederse “bugün sıra çorbanın” derdi.
“simitçi” diye bağırdıkça sanki sokaklar, caddeler canlanır, hayatın devam ettiğini hatırlatırdı. Kendi sesiyle uyananlar, susam tanelerini parmağıyla toplayanlar, simit olmadan çaya başlamayanlar olduğunu bilir ve bu bilmenin kendisine verilmiş bir görevden kaynaklı olduğuna inanırdı.
Öğlene kadar simitler bitmeliydi ona göre. Okuluna geç kalacağı için değil simitlerin tazeliği gitmesin diyeydi sebebi. Bahar, yaz neyse lakin kış oldu mu simitleri bitirmek zor olurdu. Üşüdüğü için değil simitler kaldığı için ağlardı gizli gizli.
Paşamı bilenler yıllanmış bir dostluğun vefası gereği onun sokaktan geçmesini bekler, sesini hemen ayırt ederdi. Onun sesindeki sıcaklıktı sanki simitleri sıcak ve taze tutan. Evet, sesiydi simitçiye manasını yükleyen. Peki, hangi ses bize manamızı yüklüyor? Sorunun cevabını paşamdan başkası verebilir mi?