Gel yeğenim gel!

Hakan Bahçeci

Daha dün fark ettim orada olmadığını. Oysa ne zamandır gelip geçiyorum bu yoldan. Sahi ne ara yitip gitti ve nereye gitti. Yok, gittiğine değil de en çok, gidişini fark edemeyişime hayıflanıyorum. Yaşamak dediğin bu canhıraş koşuşturmaca koşarak değil yürüyerek bile çekip gidenleri gizleyecek kadar mı yenip geçti bizi?

Sokağın, caddeye çıkan köşesinde dururdu hep, öteden beri oraya aitmiş gibi dururdu. Ya da şehrin bu köşesi, onun gibi bir adamın gelip burayı mekân tutması için inşa edilmişti. Ne zaman yolum bu sokağa düşse, aynı yerde aynı endam ile derin ve anlamlı gözlerle beni izlerken bulurdum onu. İlk çocukluğum gençlik yıllarım, memurluğum, amirliğim, beyliğim o adam orada dururken geçti eminim.

Ne zaman çıksam yola ve ne zaman düşsem hayallerimin peşine, o köşe başına gelir, adama bakar, caddeye çıkar koşmaya başlardım. Evden kaçtığım her gün, aynı kararlı adımlarla koşar, daha akşamı edemeyen bir iki arkadaşın korkularına yenik düşer, gerisin geriye dönerdim. O adam yine o köşede durur, derin bir iç geçirir, gülümseyerek bakardı yüzüme.

Onu ilk gördüğüm gün, hiç unutmam babamın elini tutmuş belki de ilk kez sokağımızdan ayrılıyordum. Sıkıca kavramıştım elini babamın. Yürüdükçe evden uzaklaşıyor, sokağımın evleri kaybolup gidiyordu. O adam, köşede durmuş, bize bakıyor ve unutamayacağım o mütebessim haliyle bizi bekliyordu. Babam selam verdi, aldı selamını ve bana doğru eğilip “gel yeğenim gel!” dedi.

Adamın ne yaptığını ne iş yaptığını yani misal mesleğinin adını hiç bilemedim. Ama o gün elindeki şırıngayla üstüme doğru sıktığı kokuyu en hüzünlü en acıklı günlerimde anımsayıp hissedeceğimi çok sonraları fark edecektim. Sordum babama; “bu amca ne iş yapıyor” diye merakla. “koku satar” dedi. Çocuk aklımla, “koku nasıl satılır ki” diye sonraki beş on gecemi heder etmeyi göze almıştım çoktan.

Koku satan adam, beni ne zaman görse “gel yeğenim gel” diyerek başımı okşadı ve aynı kokuyu üzerime sıktı. Sokağımı caddeden hem de çok korktuğum o devasa caddeden ayıran köşe başında hep o koku satan adam oldu. Onu orada görmek ve orada hep olacağını bilmek, hayat yoklama yaparsa “buradayım” demek gibi bir şeydi belki de.

Evler değişti, komşularım değişti. Hele kan kardeşim, sırdaşım Paşam, taşınıp gittiğinde sokağımdan, bir acı gelip çökmüştü kalbimin orta yerine. O gün akşama kadar koku satan adamın yanında oturmuş, çenem iki elimin arasında zor etmiştim akşamı. Sustum, o sustu. Konuşmayı çok seven, muhabbetini dinlemek için taburesiyle tezgâhı önünde öbek yapılan o adam o gün hiç konuşmadı. Yanıma oturdu, benimle aynı noktaya aynı yolun aynı sonuna baktı.

Çocukluğumun kâh korkarak kâh kahramanlık yaparak geçip gittiği yıllar o adam orada hep durdu. Belki bayram sabahları ve bir de namaz vakitleri görmedim onu tezgâhın başında. Ezan okunur okunmaz camdan çevrilmiş kutusunun üzerine yeşil bir örtü örter ve ağır adımlarla Çarşı Camine gider gelirdi. İnce uzun, açılır kapanır bir tezgâh ve üzerine koyduğu küçük camekânlı kutu. Renk renk cam şişeler, küçük kutular ve kocaman bir şırınga…

Evden kaçmalarımın en kararlı günlerinden birinde akşam namazı vaktini bulmuş, direnebilmeyi ummuştum. Lakin annemin sıcaklığını ne çabuk özlediğimi anlamış, ondan ayrı kalmayı yine göze alamamıştım. Dönüp gelince, koku satan adam, mütebessim haliyle “gel hele gel yeğenim” diyerek yanına çağırmış, bir türlü adını söyleyemediğim kokusuyla elini başıma koymuştu. “Gittiğin yerde, geriye dönmeyi unutturacak neyin var, sorgulamaktan korkma ve sına hayatınla” dedi.

Şimdi o adam, daha ben fark edemeden, kaybolup gitmişti o köşeden. (Devamı var…)