İslam dininin ortaya koymuş olduğu mefhumlar üzerindeki fikri tartışmalar, Hz. Peygamber (SAV)'in vefatını takip eden yıllara kadar iner. Özellikle Hz. Ömer'in şehadetinden sonra gelişen bir takım siyasi hadiseler, bu siyasi hadiselerden etkilenen müminlerin fikri olarak farklılık arz etmesi dolayısıyla, içerisinde insan unsuru bulunan her konuda olduğu gibi, dini düşünce konusunda da farklı fikri yaklaşımları beraberinde getirmiştir. Siyasi olarak başlayan ayrışmalar, ilerleyen dönem içerisinde birtakım fikri ayrılıklara ve bu fikri tartışmalar itikadi konular üzerinde olduğundan dolayı da itikadi ayrışmalara sebep olmuştur.
İtikadi mezheplerin ortaya çıkmış olduğu dönemlerde siyasi gücün destek verdiği, kabul ettiği görüşler, toplumda yaygınlaşmış ve siyasi güç, kabul etmediği görüşlerin sahiplerini veya müntesiplerini cezalandırma yoluna da gitmiştir. İslam tarihi içerisinde Kur'an mahlûk mudur, değil midir? Allah'ı görmek mümkün mü, değilmi? ve benzeri konular üzerinde ya da hilafet ile ilgili olan konular üzerinde farklı tartışmaların olduğunu ve bu tartışmaların günümüze kadar bazen alenî, bazen perde arkasından devam ettiğini de söyleyebiliriz. İslam dininin ana kaynağı olan Kur'an-ı Kerim lafız itibarıyla, usulüne uygun yoruma, açık olduğundan dolayı bu tartışmaların olması doğal bir sonuç olarak bile kabul edilebilir.
Diğer taraftan dinin ikinci kaynağı olan Hz. Peygamber (SAV)'in sözleri ve davranışlarının da yoruma açık olması ya da farklı yorumlanmaya müsait olması, bu farklılıkları, fikri çeşitliliği beraberinde getirmiştir. Genel olarak incelediğimiz zaman; insanlar arasındaki fikri ayrılıklardan, zaman içerisinde çeşitli felsefi, sosyal ve iktisadi görüşler ortaya çıkmak sûretiyle ve bu görüşler yerine göre, toplumun büyük bir kesimi tarafından kabul edilip, diğer bir kesimi tarafından reddedilmesi suretiyle de toplum içerisinde farklı içtimaî cemaat ve cemiyetlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
İnsan unsurunun olduğu her alanda mutlak anlamda bir görüş ittifakından bahsetmek mümkün olmayabilir. Zira insan düşünen bir varlıktır. Düşünen her bir insanın arzu ve istekleri, mizaçları, yönelişleri farklı olduğundan dolayı, tercih ve seçimleri de farklılık arz edecektir. Yine insan unsurunun eskileri taklit etme ya da yüceltme veya kaynakları ve hadisâtı algılama farklılığı bu ayrışmaların, farklılaşmaların temel psikolojik unsurlarından bir tanesidir. Öte yandan insan oğlundaki liderlik etme ve hükmetme arzusu da Müslümanların tarih içerisinde farklı görüşler ortaya çıkarmasına ve bu görüşler etrafında kümeleşmesine sebep olmuştur.
Müslümanların ihtilaf etme sebepleri aslî unsurlarda, aslî konularda değildir. Daha ziyade, konuların teferruat diyebileceğimiz yani üzerinde fikir beyan edilebilecek yönleri ile alakalıdır. Mesela; müminler, Kur'an, Allah kelamı mıdır, değil midir? diye ya da Kur'an'ı Allah mı indirdi, peygamber mi yazdı? diye tartışmamışlardır. Kur'an'ın kelimelerinin mahluk mu değil mi olduğu tartışılmıştır. Kur'an'ın vahiy ürünü olup olmaması tartışılmamıştır veya Allah'ın varlığı tartışılmamıştır. Ahirette, Allah'ın insanlar tarafından görülmesinin mümkün olup olmayacağı tartışılmıştır. Böyle olduğundan dolayı, itikat edilmesi gereken ana unsurlar, müminleri tek kıble doğrultusunda toplamaya devam etmiştir. Mü'minler aynı ilaha inanmaya devam etmiştir.
Fikri ayrışmaları tetikleyen unsurlar olarak; Arap ırkçılığı, hilafet anlaşmazlığı, Müslümanların islamdan önceki din mensuplarına zaman içerisinde komşu olması ve bunlardan bir kısmının eski kültürleri ile beraber İslam'a girmesi, fetih hareketleri neticesinde Müslümanların Eski Yunan/Helenistik felsefesi etkisinde yazılmış olan eserleri Arapçaya tercüme etmiş olmaları, birtakım kapalı meseleleri incelemeye girişmeleri ve Kuranı Kerim'de müteşabih ayetlerin bulunması, karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, İslamın evrenselliği açısından değerlendirdiğimizde yadırganacak bir durum da değildir. Zira İslam tikel bir yorumla yorumlanabilecek, tümele hitap etmeyen bir din değildir. Ana kaynakta bir takım ahlaki kuralların misallerle izah edilmiş olması, geçmiş ümmetlerin kıssaları ile ahlaki ve insani kuralların müminlere hatırlatılmış olması, Kur'an'ın bütün insanlığı mutatap kitle olarak hedef aldığını göstermektedir.
Günümüzde bir takım kimselerin zannettiği gibi Allah, Kur'an'da masal anlatmamaktadır. Günümüzdeki bir takım kimselerin, "masal!" demiş olduğu o geçmiş ümmetlerin misalleri ve kıssaları inananların ahlaki kuralları çıkarsamaları içindir. Müteşabihlerin olması, Kur'an'ın cihan-şumûllüğü çerçevesinde inananlara farklı ufuklar açmak, farklı çözüm yolları sunmak içindir. Böyle olunca yorumların farklılaşması kaçınılmazdır. Ancak günümüzde bir takım (İlahiyatçılar) kimseler, Kur'an'dan veya Kur'an'ın ilk yorumu yada hayata pratize edilmiş yorumu olan sünnet ve hadisden beslenmeyip, Kur'an'ın ve sünnetin reddi için yazılmış, oryantalistlerin, şarkiyatçıların eserlerinden beslendiklerinden dolayı Kur'an'da ki bu derinliği anlama, idrak etme noktasında sıkıntıya düştüklerini görüyoruz.
Akademisyen olmak için yabancı dil bilmek, belki bir artı olarak değerlendirilebilir. Ancak akademisyenin yabancı kaynaklardan beslenerek büyümesi normal bir durum değildir. Özellikle ilahiyat alanında, oryantalistlerin eserlerinden beslenerek Kur'an üzerinde söz söylemeye çalışanlar GDO'lu tohumlar gibidir. GDO'lu tohum ve bitkiler nasılki kanser ve benzeri hastalıklara yol açıyorsa, GDO'lu ilahiyatçılar da itikadi anlamda bir takım kanserojen madde gibi oluyorlar ve toplumda fikri kansere sebep oluyorlar. Günümüzde çok farklı yaklaşımlarla karşı karşıya olduğumuzu ifade edebilirim. Zira Kur'an'ın metin ya da lafzının mahluk olup olmadığı tartışmasının ötesinde günümüzde bir tefsir profesörü tarafından, Kur'an lafzının ilahi olup olmadığı tartışmasına yol açacak ifadeler gündeme getirilebiliyor. Yada hadislerin metin ve sened tenkidinin, hadisi şerifin delil olarak kabul edilip edilmeyeceği tartışmasının ötesinde, hadislerin toptan reddi bir hadis profesörü tarafından dile getirilebiliyor.
Diğer bir husus; hadisleri reddetmeye dayanak olarak bir başka şarlatan çıkıp "hadis usulünün yalan söyleme usulü, yalan uydurma usulü!" olduğunu söyleyecek kadar akla, ilme, İslam'ın 1400 yıllık gelişim tarihine aykırı ifade de bulunabiliyor. Üstelik bu anlayışta olan kimseler sözlerinin en başında veya yazıların en başında, "Kur'an'dan başka kaynak tanımayız, Kur'an tek kaynaktır, Kur'an dışındaki bütün kaynakları reddediyoruz." şeklinde görüş belirtirken; mesele kendi fikirlerini savunmaya geldiğinde birtakım oryantalistlerin ya da ateist olduğu bilinen filozofların görüşlerini kaynak göstermektedirler. Aynı kişilerin hadisleri reddetme hususunda yine hadis olan "kim benim adıma yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın" ifadesini delil olarak getirmektedirler. Bu şekildeki bir anlayış ve yaklaşım ilim ahlâkı ile bağdaşmayan bir anlayıştır. İlmi tutarlılık öyle bir ikilemi reddeder. Ancak zihin yapısı doğal seyrinde gelişmediğinden dolayı bu tür savrulmaları sıklıkla görmekteyiz.
Elbetteki "dini konular, üzerinde hiç tartışılmaz, görüş belirtilmez, dogmadır" anlayışında olamayız. Öyle bir şey düşünülemez. Ancak tartışmalar ve serd edilen görüşlerin, üzüm yeme kabilinden olması, daha verimli, tadı daha güzel üzümleri yetiştirebilmek adına ne yapabiliriz, türünden fikirler olması ehemmiyet arz ediyor. Yoksa bağı nasıl talan ederiz? bağı nasıl yakar, yıkarız? Bağcıyı nasıl döver, öldürürüz? türünden bir yaklaşım, düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek bir yaklaşım değildir. Bugün karşı karşıya kaldığımız en büyük sorun, GDO'lu ilahiyatçıların farklı saiklerle, bağı talan etme, bağcıyı öldürmeye teşebbüs etme sorunudur. Peki bu noktada, bağın bekçisi olarak kabul edilen, Diyanet İşleri Başkanlığı, neden GDO'lu kişilerle mücadele etme noktasına gitmemektedir? sorusu toplumu içten içe, alttan alta rahatsız etmektedir. Bugün özellikle Türkiye toplumunun, hadisleri reddeden, kuran'a tarihsel diyen fikir sahiplerinin oluşturduğu cemaatler ile diğer taraftan, uçtulu, kaçtılı birtakım hikayeleri din zanneden, Allah'a ait olan bir takım sıfat ve tasarrufları şeyh efendilere veren yada şeyh efendileri, Allah'a aracı olarak görüp, putlaştıran, kerameti kendinden menkul inanç sahiplerinin oluşturduğu tarikat vb. yapılardan oluşan bu iki uç arasında gelgitler yaşamaya, aidiyet tercihinde bulunmaya zorlandığına şahit oluyoruz. Bu, dini düşüncelerin gelişmesi açısından ve bu düşüncelerin topluma yansıması açısından doğru bir zorlama değildir. Bağın bekçiliği görevi, yasalarla kendisine tevdî edilmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yapması gereken, hem bağ civarındaki GDO'lu tohum ve bitkileri ıslah etmek, hem de bağdaki omcalara tutunarak varlığını sürdürmeye çalışan "ökse otu" mesabesindeki asalak bitkileri bağdan uzaklaştırmak yada ıslahı mümkünse, ıslah etmek olmalıdır. Aksi takdirde bir taraftan GDO'lu bitkiler, diğer taraftan ökse otu türü asalak bitkiler, bağı talan edip, bağcının iflasına sebep olacaklar. Diyanet görevlilerinin sigara içmemesi, elbette ki çok önemli bir konu. Ancak, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Hac ve Umrede görevlendirilecek görevlilerin sigara içip içmediği konusundan daha önemli olarak; Diyanette çeşitli kademelerde bulunan görevliler, itikadi noktada ifrat ve tefrit noktasında nerede duruyorlar? Sorusunun cevabını öncelemesi daha isabetli olacaktır. Görevlilerden GDO'lu olanlar veya ökse otu tarafından itikadı sarmalanmış olanlar, cemaate, hacılara ve umrecilere ne anlatıyor? Bu sorunun cevabına göre tercih eder, görevlendirilirse daha isabetli olacaktır. Niyetimiz üzüm yemek olduğu için, derdimiz, bağın bekçisine yol göstermek, yardımcı olmaktır. Yoksa yarın bir gün, olan bağa olacak ve üzüm yemek için girdiğimiz bağda gözümüze çubuk batacaktır. Bağa girdim üzüme, çubuk battı gözüme... ifadesinin sadece türkü sözü olarak kalması temennisiyle...!