Avrupa'da zulme uğrayan ve Avrupalı olarak reddedilen Yahudiler, kıtadan ayrılınca kabul görmeye başladılar. Avrupa'yı terk edip Filistin topraklarında İsrail Devleti’ni kurduktan sonra kendilerine, aynı medeniyetten bir Avrupalıymış gibi davranılmaya başlandı. Bu durum Avrupalıları, Nazilerin Yahudilere yönelik etnik soykırımı başta olmak üzere sosyo-psikolojik yükten de kurtardı. Böylelikle İsrail, hem Batı'nın Orta Doğu'daki bir uzantısı olarak görüldü, hem de sömürgeciliğin Arap coğrafyasındaki bir kolu olarak ortaya çıktı.
1945'de kurulan Arap Birliği'nin kuruluş aşamasındaki en öncelikli gayesi ise, Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurma teşebbüsüne karşı koymaktı. Zira o dönemde Filistin'de yaşananlar büyük bir endişeyle takip ediliyor, bir taraftan İngiliz işgali, diğer taraftan Yahudi yerleşim projesine karşı olası tedbirler düşünülüyordu. İşte böylesi kaotik bir ortamda Yahudiler, 1948 yılında İsrail Devleti’ni kurdular ve tüm dengeleri bir anda değiştiriverdiler.
Bu gelişmeler karşısında Arap Birliği'ne üye olan devletler, yeni kurulan İsrail'e karşı 1948'de silahlı çatışmaya girmekten imtina etmediler. Fakat karşılarındaki gücün kapasitesini hesap edemediklerinden girdikleri ilk savaşta yenildiler. Ve 1949 yılında ateşkes imzalamak zorunda kaldılar. Ardından Arap Birliği'nin tüm üye ülkeleri kendilerini hep İsrail'le savaşta görmeye devam ettiler. Hatta İsrail'le müzakereyi yasaklayarak, ekonomik ve ticari ilişkileri de kestiler.
Sonrasında yine İsrail'le savaşlar devam etti. 1956'da Süveyş Krizi, 1967'de Altı Gün Savaşı, 1973'de ise Yom Kippur Savaşı yapıldı. Fakat İsrail ile Arap ülkeleri arasında yapılan savaşlarda dikkat çekici olan tek husus, Filistin topraklarının yeniden kazanılması değil, İsrail’in topraklarını sürekli genişletmesiyle sonuçlanmasıdır.
Nitekim 1977 yılında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'ın, Kudüs'ü ziyaret etme kararı alması ile İsrail-Arap ülkeleri ilişkileri, Arap rejimlerinin teker teker çözülmeye başladığı bambaşka bir dönemece doğru evrildi. Suudi Arabistan, İsrail'le herhangi bir diplomatik ilişki geliştirmedi ama tutumunu oldukça yumuşattı. Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn, İsrail'le diplomatik ilişki kurma konusunda anlaşma sağladı. Bazı Arap ülkeleri de İsrail’le, resmi olmayan açık veya gizli ilişkiler kurdu.
Sözde, Filistin meselesi, tüm Arapların meselesiydi ve Arap rejimleri, Filistinlilerin ulusal haklarını koruma taahhüdünde bulunuyordu. Özde ise İsrail'le geliştirilmeye çalışılan ilişkiler, Arap dünyasının kendi içinde siyasi, askeri ve ekonomik birlik düşüncesinin anlamını yitirdiğini ortaya koyarak önemli bir kırılmayı gün yüzüne çıkarıyordu.
Oysa Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Körfez İşbirliği Konseyi gibi kuruluşların varlık sebebi ve temel motivasyonu Filistin meselesiydi. İdeoloji şöyle bir yana dursun, Araplar arasındaki birlik fikrinin şekillenmesi ve Arap dünyasındaki kimlik oluşumu bile Filistin meselesi ile şekillenmişti.
Filistin davasına dair bilinç kaybı
Arap rejimlerinin İsrail'e karşı başta gösterdikleri direniş ve mücadele ruhu süreç içerisinde anlamını yitirmeye başladı. Bugün Arap ülkelerinin Filistin meselesine yaklaşımları, İsrail ile savaşmak istememeleri, Arap-İsrail barışı ve Filistin-İsrail barışını sağlamayı amaçlamaktadır. Bunun nedeni de Arap coğrafyalarında Filistin meselesine ilginin artmaması değil, aksine Filistin meselesine yeterince ilginin olmamasıdır. 1990'lardan günümüze Arap siyasi elitlerin ve yeni neslin kahir ekseriyetinin Filistin davasına ilişkin kolektif farkındalığın ve verilen önemin oldukça azalmasıdır.
Öte yandan Arap Birliği'nin aldığı kararların, İsrail'in aralıksız saldırılarına maruz kalınan Filistin'de yaşanan olaylarla hiçbir şekilde orantılı olmadığı da görülmektedir. İsrail'in Gazze Şeridi’ne yönelik sürdürdüğü vahşetin durdurulması ve kalıcı barışın sağlanabilmesi için Arap ülkelerinin Filistin'e asker göndermesinin Arap dünyasında gündeme getirilmesi de sadece bir oyun ve kandırmacadan ibarettir.
Burada dikkate değer olan başka bir hakikat ise İsrail'in strateji ve yöntemlerinin hiçte normal olmadığı gerçeğidir. İsrail, yerleşim yerlerini hukuksuz bir şekilde durmadan genişletiyor. Evleri, okulları, hastaneleri bombalıyor, çocuk, kadın, yaşlı ayırt etmeksizin masum ve günahsızları öldürüyor. Gazzelileri açlık silahıyla vuruyor. İnsan hakları sözleşmelerini ayaklar altına alıyor ama yine de bir türlü sorumlu tutulamıyor ve cezalandırılamıyor. Dahası uluslararası hukukun işletilememesini Gazze'yi yok etmek için kılıf olarak kullanabiliyor.
Oysa Filistin meselesi bir hak ve tamamen insani bir meselesidir. Araplar için ise onur ve şeref meselesidir. İster dini cihat değerleriyle ilgili olsun, ister kapitalist emperyalist sisteme karşı ulusal kurtuluş mücadelesi yönüyle olsun, tevhit inancını benimseyenlerin önünde Filistin meselesi rol model durumundadır.
Filistin… Arapların sorunu mu yoksa Filistinlilerin sorunu mu?
Şu an için Filistin meselesinde, Arap ülkelerinin ortak bir stratejisi olmadığı gibi kendi aralarındaki çatışmalar sebebiyle birlik içerisinde dayanışmaları da söz konusu değildir. Arap Birliği'nin, 2017 yılında yine Arap Birliği üyesi olan Katar’a uyguladıkları ambargonun bir benzerini, Siyonistlerin, Suriye toprağı olan Golan tepelerini işgali ve Kudüs’ü de başkent ilan etmesi karşısında İsrail'e uygulayamamaları, Araplar arasındaki birliğin ne derece zayıf ve kırılgan bir yapıda olduğunu ortaya koymakta, Filistin meselesini, Arapların kendi aralarında çözülememiş sorunlar kuyusuna mahkum etmektedir.
Arap ülkeleri, Gazze'de kuşatma altındaki Filistinlileri şu an kaderleriyle baş başa bırakırken, Siyonistlerin, Tevrat'ta vaad edilen toprakları alana kadar durmayacaklarını ve genişlemeye devam edeceklerini bildikleri halde, içerikten yoksun açıklamalar yayınlamakla yetinmeyi tercih etmeleri oldukça manidardır.