İslâm tarihindeki fetih hareketlerini, zorla toplumları Müslüman yapma girişimi olarak anlamak doğru değildir. Fetihlerin temel maksadı, fert ve toplumların inanç, düşünce ve vicdan hürriyeti bağlamında kalp ve akılları önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Bu illâ da askerî cihad yoluyla olacak anlamına gelmez. Asıl cihad, ahlâkî ve düşünce alanında yapılandır. Bazı çevreler cihadın, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırdığına dair daha çok şu âyeti delil olarak getirmektedirler: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (8/İnfal 39). Bu âyette geçen fitneden maksat nedir?
Kur’an sisteminde bu ayette geçen fitne kelimesinin manası, inanç ve ifade hürriyetini kısıtlamada her türlü tolerans düşüncesini ortadan kaldırıcı bir boyutta aşırı şiddet göstererek baskı uygulamaktır. O zaman bu âyetin hedefi, evrensel ölçekte fiilî bir savaş ortamına girerek bütün insanlığa; ya ölümü ya da İslâm’ı seçmek gibi iki tercih hakkı tanımak değildir. Bu dinin mantıksal yapısına da aykırıdır. Eğer birileri, Müslümanları inandığı gibi yaşama özgürlüğüne müdahale ediyor ve onları İslam’dan ayırmak istiyorlarsa, bunun adı şiddet ve baskı uygulamaktır. İşte bu şiddet ve baskının asıl adı fitnedir. O takdirde Müslümanların bu fitne karşısında bir insan hakkı olan inanç özgürlüğünü savunmak fikri bir cihat olup bu da bir insan hakkıdır. Çünkü toplumsal hayatta barışın korunabilmesi için buna ihtiyaç vardır. Zira tevhit, insanlık haklarının bir parçasıdır. İnsanlık hakları mutlak anlamda savunulmalıdır. O halde tevhit de savunulmalıdır.
İslâmî literatürde tevhidi savunmanın adına tebliğ denir. Tebliğ, ötekini tanımlama değildir. Başkasını tanımlama, aynı zamanda başkasına tahakküm etmektir. Tahakkümde ise hem müdâhale, hem indirgemecilik ve hem de totaliterlik vardır. Modernitenin özünü teşkil eden böylesi bir anlayış, ne ahlâkî ve ne de hukukî bir ilke taşır. Tamamıyla ideolojik ve dayatmacıdır. Tebliğ, kendisini tanımlamadır. Ötekini tanımlama bir müdâhale ve asimile olur ki, işte asıl fitne budur. Bu fitne iki boyutludur. Birisi yukarıdaki âyette vurgulandığı gibi dışarıdan bir tanımlama ile kendi evreninde yer alan bireyin ve ümmetin hayat hakkına müdâhale, diğeri kendini tanımlar ve tanıtırken (tebliğ) yine dışarıdan engellerle yüz yüze gelerek kendisini hür bir şekilde anlatamamasıdır.
Velhâsılı din, inanç ve uygulamadan ibarettir. Din özgürlüğü ise, inanç ve davranış özgürlüğüdür. Bundan dolayı, demokratik rejimlerde din ve vicdan özgürlüğü temel insan hak ve özgürlüklerinin en önemli parçasını oluşturur. Din ve vicdan hürriyetinin sadece anayasalarda teorik olarak varolduğu, ama uygulamada her türlü engelleyici ve kısıtlayıcı girişimlerin revaç bulduğu toplumlarda çoğulcu demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Burada yapılması gereken mücadele, insan hak ve hürriyetlerinin bir parçasını oluşturan din ve vicdan hürriyetinin sağlanması için gayret göstermektir. Din ve vicdan özgürlüğü insan olmanın, insan kişilik ve haysiyetinin ayrılmaz bir unsurudur. Bu bağlamda din ve vicdan özgürlüğü, kişinin hiçbir baskı altında kalmadan dini serbestçe seçme, öğrenme, öğretme, yayma, telkin etme, okutma ve dinin emirlerini yerine getirme faaliyetlerini içerir. Bu gerçek, uluslararası insan hak ve özgürlüklerine ait bütün hukuki metinlerde açıkça belirtilmiştir.
O halde hiçbir birey ya da toplum din ve vicdan özgürlüğünden mahrum edilemez.