Takvim yaprakları, hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının on üçüncü Cuma gününü gösteriyordu. Gün, henüz yeni ağarmıştı. Peygamber Efendimiz, devesi Kusvâ'nın üzerindeydi. Mübârek başında Yemen işi siyah bir sarık vardı. Bir haşmet ve vakar içinde mübârek Belde‘ye giriyordu. Bir taraftan, kendisine Mekke’nin fethini gösterdiğinden dolayı Rabbine hamd ediyor, minnet ve şükrünü arz ediyor, diğer taraftan fethi iki sene öncesinden haber verip müjdeleyen Fetih Suresi’ni okuyordu.
On bini aşkın İslâm ordusu Mekke'ye kan dökmeden girmişti. Mekke sakin ve asûde bir gün yaşıyordu. Herkes emniyet içinde. Resûl-i Ekrem (a.s), Kusvâ isimli devesinin üzerinde, terkisinde Üsâme bin Zeyd, sağında Hz. Ebû Bekir, etrafında Muhacir ve Ensâr topluluğu olduğu halde Beytullaha doğru adım adım ilerliyordu. Dâvâsını ilâna başladığı ilk günden bu güne kadar ve bu muzafferiyet sonunda hiç bir değişiklik yoktu. Tek başına İslâm ve îmânı tebliğ ederken de mütevazı, mahviyetkâr, affedici ve merhametli idi, o günde. Bir kaç kişinin gönlünde yer tutmuşken nasıl alicenap, şefkatli, mütevazı ve affedici idiyse, şimdi on binlerin gönlünde taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zerre kaybetmemişti. O, zafer kazanmış mutantan, despot bir komut edasıyla değil, ilk gün gibi mütevazi bir şekilde Allah’ın evine giriyordu. Müslümanlar da akın akın muazzam kalabalıklar halinde Allah’ın evine doğru bir sel olup akıyordu. Resûl-i Kibriyâ tekbir getirince, Müslümanlar da hep bir ağızdan "Allahü Ekber!" diyerek Mekke ufuklarını bu kudsî sada ile çınlatıyorlardı. Bu ulvî sadaya, bu mübârek beldenin dağı, taşı "Allahü Ekber! Allahü Ekber!" diyerek karşılık veriyordu.
Allah Elçisi, binlerce sahabe ile birlikte devesi Kusvâ'nın üzerinde Kâbe'yi tavafa başladı. Tavafın her devresinde ellerindeki değnekle Hacerü'l-Esvede işâret ederek onu istilâm ediyordu. Tavafın yedinci devresinden sonra Kusvâ'dan indi. Makam-ı İbrahim'e varıp orada iki rekât tavaf namaz kıldı. Sonra da zemzem kuyusuna vararak ondan hem zemzem suyu içti ve hem de abdestini tazeledi. Arkasından safa tepesine çıkıp safa ile merve arasında sa’y yaptı. Tıraş olup umresini tamamladı. Safa tepesinden etrafa baktı ve kendisine bu ihtişamlı günü gösteren Yüce Allah'a bir kere daha minnet ve şükranla tazimde bulundu.
Kureyş müşrikleri, Kâbe'nin çevresine üç yüz altmış put dikmişlerdi. Hz. Peygamber (a.s), tebliğ ettiği tevhid inancına uygun olarak Kâbe’yi asliyetine kavuşturmak için "Hak geldi, bâtıl zâil oldu” ayetini okuyarak Allah’ın evinin içinde ve dışında bulunan bütün putları ortadan kaldırıyordu. İnsanlık putların imhasına şahit oluyordu. Şimdi sıra kafalardaki putları yıkmaya gelmişti.
Öğle namazı vakti yeni girmişti. Peygamberimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kâbe'nin damına çıkarak istiklalin simgesi ezanı okumaya başlamıştı. Bunun üzerine imanlı gönüllerde coşku final yapmış, imansız gönüllerde üzüntü ise onları çöküntüye uğratmıştı. Seneler önce Mekke sokaklarında boynuna ip takarak dolaştırdıkları, akla gelmedik işkencelere maruz bıraktıkları Hz. Bilal’in Kâbe'nin damında ezan okuması, onları ruhen yıkmıştı. Evet, bu müstezafların iktidarıydı. Bilal’in tevhid çağrısıyla birlikte dağ taş aynı çağrıyı tekrarlıyordu. Bu bir devrim ve bu bir inkılaptı. İslam sınıfsız bir toplum düzeni kuruyordu. Üstünlüğün takvada olduğu sözle değil, eylemle de gösteriliyordu.
Daha düne kadar Müslümanlara Mekke’yi dar eden putperestler/müstekbirler, Mescid-i Haramın etrafında toplanmış, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı. Acaba, Resûl-i Kibriyâ, onların kendisine revâ gördükleri gibi yüzlerine işkembe mi atacaktı? Yollarına dikenler döküp onları üzerinden çıplak ayaklarıyla mı yürütecekti? Onlara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi bulunacaktı? Onları, boğazlarına ip takıp sokak sokak mı dolaştıracaktı? Kızgın kumların üzerine yatırıp onlara işkence mi yapacaktı? Onları aç ve susuz mu bırakacaktı? Yurtlarından mı çıkaracaktı? Hayır, hayır, müstezafların iktidarında bunların hiçbirisi olmayacaktı. Resûl-i Ekrem, Kâbe-i Muazzama’nın kapısında durdu. Mübârek yüzünde beliren tatlı bir tebessümle Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra onlara baktı ve şu konuşmayı yaptı:
"Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz?" Kureyşliler, "Sen iyilik sahibi bir kardeşsin, senden ancak iyilik beklenir” dediler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (a.s) şöyle seslendi: “Benim halimle sizin haliniz, Yusuf'la (a.s.) kardeşlerinin hali gibidir. Ben size Yusuf’un kardeşlerine söylediği şu sözü söylüyorum: "Bugün sizin için bir kınama yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yusuf 12/92). Gidiniz, sizler serbestsiniz.” Evet, müstezafların iktidarını kuran Resul-i Ekrem, onlara umumi bir af ilan etmişti. Affedişlerin en makbulü, muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli, cezalandırmaya güç yetirirken kötülük yapanlara iyilik yapmaktır. Merhametlerin en üstünü kendisine acımayanlara acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır.
Sonuç olarak fetih, İslam’a gönüllerin açılmasına vesile olmaktır. Yapılacak konuşmalarda bu başarıdan herkesin kazançlı çıkacağını ve herkesin kazanacağını bir defa daha dile getirmek gerekir. Başarılar, Müslümanları rehavete, zafer sarhoşluğuna ve despotluğa sevk etmemelidir. Aksine topluma daha mütevazi yaklaşılmalı, birleştirici, kuşatıcı, âdil ve hakkaniyet ilkelerine uygun bir hizmet siyaseti yapılacağı müjdelenmelidir. Unutmayalım ki, müstezafların iktidarının amacı, asıl gönülleri fethetmektir. Gönüllerin fethi her zaman sandıkların fethini beraberinde getirecektir. Çalışmak bizden, başarı Yüce Allah’tandır.