Ekonomilerle ilgili veriler ve yansımaları üzerinde yoğunlaşılan yorumların, yine birbirini takip ettiği dönemden geçiyoruz. Biraz dikkatimizi toplayıp dünya ekonomisi üzerine odaklandığımızda, asıl aktörlerin hep aynı olduğunu kolayca görürüz. FED, ECB’nin açıklamaları yanı sıra Çin, Japonya gibi dünya ticaret pastasından önemli oranda pay alan ülkelerle, BRICS olarak çerçeve şeklinde tanımı yapılan gelişmekte olan ülkelerin reel ve finansal sektörlerinin istikrarı süreç olarak yakalayamaması, en azından 2016 yılının geri kalanını da, papatya falı açma türünden görüşlerle geçireceğimizi tahmin etmek için sanırım, Einstein olmaya gerek yok. Üstelik FED’i meydana getiren on iki bölgesel FED başkanının, birkaç gün arayla birbirlerini destekleyen veya karşı gelen yorumlar yaparak çok şeyler söyleyip aslında hiçbir şey söylememeleri de göz önüne alındığında, dünya ekonomilerinin çekeceği daha çok şey demektir. Bu gelişmelere ek olarak, ülke ekonomileriyle ilgili haftalık, aylık, yıllık ölçekte onlarca verinin açıklanması ve bu verilerin bir çoğunun birbiriyle çelişir sonuçlar içermesi, gelecekle ilgili yorumların daha karmaşık bir yapıya bürünmesine yol açacaktır. Çünkü temel makro ekonomik verilerdeki oynaklık, diğer değişkenleri de etkileyerek, sağlıklı yorumlarda bulunulmasını neredeyse imkansız hale getirmektedir.
ABD ve Eurozone ekonomileri ile ilgili imalat sanayi temeline dayanan sektörlerdeki gelişmeler genel olarak olumlu bir seyir gösterirken (PMI verileri) finansal sektör verilerinin de reel ekonomiyi desteklemesi, gelecek hakkında beklentilerin iyi bir havaya dönüşmesine neden oldu. Bu sonuç küresel ekonomiyi etkileyen en önemli bir çok faktörün ilk sırasında yer almasına rağmen, tek değişken değildir. ABD ve ECB’nin tam kontrol edemediği önemli unsurlardan biri petrol, diğeri emtia fiyatları ile gelişme yolundaki ülkelerin kısa vadeli sermaye girişlerine umut bağlamış, üretmeden yüksek refaha ulaşmaya çalışan ekonomik yapılarıdır. İşin tuhaf tarafı ise, gelişmekte olan ülkelerin takip ettiği finansal tabanlı ekonomik yapıya dayalı bu gidişatın su almakta olan geminin eninde sonunda batacağı gibi, ekonomik yıkımla mesela stagflasyon veya slumpflasyonla sonlanacağı bilinmesine rağmen, sanki her şey yolundaymış gibi reel ekonominin geliştirilmesine yönelik ciddi adımların atılmamasıdır.
Petrolün hangi fiyatlar aralığında istikrara kavuşması konusunda İran, Rusya, Suudi Arabistan, OPEC başta olmak üzere ABD, Venezüella gibi petrol üretimi ve ihracatında söz sahibi ülkelerin arz miktarı üzerinde anlaşma noktasından uzakta olmaları, dünya ekonomisinin stabil hale gelmesini ileriye doğru ötelemektedir. Petrol fiyatının oynaklığının tek başına ekonomilerin istikrara kavuşmasını zorlaştırması, domino etkisi oluşturarak ülkelerin sektörlerinin dolayısıyla da tümden ekonomilerin dengeye kavuşması olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Yani tüm ülke ekonomilerinin yakın ve orta vadede kaderleri, petrol fiyatlarının oturacağı fiyat skalasına sıkı sıkıya bağlı olacağı açıktır.
Petrol kadar önemli sayılabilecek diğer bir faktör, emtialar ve bunların fiyatlarının düşmesidir. Emtia fiyatlarının düşmesi bunların ihraç geliriyle ayakta duran ülkelerin, dış ticaret ve ödemeler bilançolarında ciddi açık vererek zor durumda kalmaları sonucuyla karşı karşıya bırakmıştır. Çin’in büyümesinin %10’luk düzeyden %5’ler düzeyine inmesi nedeniyle ithalat talebini düşürmesi, petrol ve emtia fiyatlarının gerilemesine yol açan bir sorun olmakla birlikte esas mesele emtia gelirleriyle gününü gün eden ülkelerin, sonsuza kadar yüksek fiyattan satacaklarını düşünerek, elde ettiği gelirleri imalat sanayine dönük, yenilikçi ve AR-GE yatırımlarına kanalize etmeyerek, katma değeri yüksek ürünler üretememeleridir.
Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerin kalkınma hızlarının testere dişi gibi sert iniş çıkışlar göstermesi, petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki ortalama %50’ye yaklaşan azalışa rağmen enflasyon, dış ticaret ve cari açık sorununu istenen seviyelere düşürememesi nedeniyle sıcak para girişlerine açık duruma gelerek doğrudan sabit yatırımlar açısından istenen düzeye ulaşamaması sonucu, bir türlü reel ve finansal istikrarın sağlanması mümkün olamamıştır. Özellikle bu koşullara ek olarak ülkemizin içinde bulunduğu terör eylemlerinin meydana getirdiği geleceğe yönelik karamsarlık ve Suriye merkezli mültecilerin gelecekleriyle ilgili batılı ülkelerin çekimser davranarak sorumluluk yüklenmekten kaçınmaları, sorunları daha da ağırlaştırmaktadır. Bu şartlar ışığında TÜFE’nin yıllık %7,46’ya inmesi faiz oranları üzerinde azaltma yönünde baskı oluşturarak, yatırımları artırıp büyümeyi hızlandıracağının beklenmesi düşünülebilir. Ancak salt faiz oranlarının düşmesiyle yatırımların artacağını beklemek de, pek gerçekçi olmadığı açıktır. Çünkü yatırımların artmasının tüm ekonomiler için en önemli şartı, faiz oranlarının düşmesi ile birlikte toplumun tüm katmanlarında ve ekonomide güven olgusunun tesis edilmesidir ki, ülkemizin ihtiyacı da tam budur.
Soru: Fiyat istikrarı, fiyat artışının sıfır olması anlamına gelir mi? Neden?...
Sözün Gözü: Bozuk sütün yoğurdu da bozuk olur.