Müslüman, söz ve eylemleriyle/icraatıyla bir bütünlük arzeder. Eylemi, söylemiyle örtüşmeyen bir Müslüman, kişilik fukarası bir insandır. O, başkasına talkını verirken, bir taraftan da salkımı götürmektedir. Dolayısıyla inandırıcı ve samimi değildir. Rol yapmaktadır.
Yüce Mevlâ, kendi emir ve yasaklarına uymayıp başkalarına inciler döktürenler için Hayat Kitabımızda şöyle buyurmaktadır: "Sizler Kitab’ı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?" (2Bakara:44).
Söz ne kadar heyecanlı, ne kadar cazip ve edebî olursa olsun, samîmî olarak inanan bir kalpten gelmedikçe sönüklükten kurtulamaz; ölüdür, muhatabına etki edemez. Bir insan ağzından çıkan sözün canlı bir tercümanı ve konuştuğunun somut bir örneği olmadıkça, söylediğinin hakikî temsilcisi sayılamaz. Bu kimseye güven duyan da bulunmaz. Ancak kişi bu hallerden kurtulup, içi ile dışı bir olduğu takdirde; sözler parlak, kelimeler câzip olmasa da, halkın inancını ve güvenini elde edebilirler. Çünkü o zaman kelimeler kuvvetini nâmelerden değil, bizzat hakikatlerden alır. Sözün güzelliği parlaklığından değil samimiyetinden ötürüdür. Ancak bu takdirde söz, canlı bir enerji kaynağı haline gelir. Artık o, bizzat gerçeğin ifadesidir. (Bak:Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l Kur’an,Trc. I/142).
Başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendini iyilikten, irşattan mahrum etmek, başkasını selamete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir ki, bu akıllı adam işi değildir. Söylemin eyleme dönüşmemesi, kişinin kendini fiilen tekzip etmesi/yalanlamasıdır. Bu kişinin kendi kendisiyle çelişkisi olduğu gibi halkı bir taraftan irşad etmek isterken diğer taraftan da saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir. (Bak:Elmalılı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/338).
Söylemleri ile insanları Allah yoluna çağırırken eylemleri ile kendilerini tekzib eden samimiyetsizlerin âhiret manzaraları da pek iç açıcı değildir. Enes b. Malik (r.a), Rasulüllah’ın (sav) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Mirac gecesi, dudakları ateşten makaslarla kesilen bir grup insana rastladım. Bunun üzerine "Ey kardeşim, ey Cibril! Bunlar kimlerdir?" dedim. O da: "Bunlar, dünya ahalisinden hatip olan kimselerdir. Onlar insanlara iyiliği emrediyorlardı. Fakat kendilerini unutuyorlardı." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/120, 231).
Elmalılı, Tefsirinde Buharî ve Müslim’den şöyle bir hadis alıntılar: "Kıyamet gününde bir adam getirilir, ateşe atılır. Adam ateşin içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem ehli onun etrafını çevirir ve:
-Ey filan! Sen bize iyilikleri emreder, fenalıklardan sakındırmaz mıydın? derler.
-Evet, ama ben size emreder kendim yapmazdım, sizi sakındırır kendim yapardım, diye cevap verir." (Elmalılı, a.g.e. I/339).
Bir başka hadiste ise Rasûlüllah (sav) şöyle buyuruyor: "Kendi yapmadığı halde insanlara iyiliği/hayrı öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendini yakıp tüketen bir kandil gibidir." (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l Ğayb, Trc. II/482).
Bütün bu İlâhî ve Nebevî uyarılar ortaya koyuyor ki, kelimelere dökülen sözlerin Allah katında muteber olabilmesi için hayata geçmesi gerekmektedir. Allah yolunda sözlü gayretlerimizin, insanların kalbinde yankılanabilmesi için onun yaşanması lazımdır. Eylemlerin yalanladığı söylemler, kuru bir gevezelikten öteye gidemez. Onların yaptığı sansasyon kuklalığıdır. Tarihin çöplüğü bu tür sansasyon kuklaları ile doludur.
Problem Nerede?
Bugün ümmetin, söz söyleme problemi yoktur. Problem, söylenen sözün arkasında durmama ve gereğini yapmamadır. İslam davasının temsilcileri, sözü gerektiğinde söylemeli ve söylediğinin de peşinde olmalı, bizzat onu kendi yaşamalı ki, inandırıcı olabilsin. Dün çok söyleyip az iş yapanlar, bugün meydanlarda gözükmemektedirler. Öyleyse eylemimizle söylemimizin uyumlu olması gerekir. Hâlimiz kaalimize uymalı; beden dilimiz, ağızımızdaki dilimizi yalanlamamalıdır. Hâli, istikbâle taşımanın yolu buradan geçer.
Dünyada samimiyet sınavından geçmekteyiz. Öyleyse, Abdurrahman Dilipak üstadın yazılarında sıkça dile getirdiği şu altın sözlerle yazımızı sonlandıralım: "Yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan; söylediklerimizden ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizden de hesaba çekileceğimizi unutmayalım." Gerisi lâf-ı güzaf.