Öncelikle belirtmek gerekir ki et-Tıbbu’r-Rûhânî kavramı, eskiden beri bilinen bir kavramdı. Meselâ, Eflâtun, ahlak ilmini rûhânî tıb olarak görürdü. İbn Miskeveyh (v.421/1030), Gazzâlî, Nâsıruddîn et-Tûsî (v.672/1274) gibi İslâm âlimleri, kitaplarında ahlak için bu terimi kullanmışlardı. Bunlardan İbn Miskeveyh, ahlakî eğitimde tıbdan faydalanmak gerektiğini söylerken, konunun farklı bir boyutuna dikkat çekmekteydi. Ünlü İslâm filozofu Ya’kub b. Ishâk el-Kindî (v.252/866 [?]) ve öğrencisi Ebu Zeyd el-Belhî, Ebu Bekir er-Râzî, Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî (v.597/1201), son dönem Osmanlı âlimlerinden Mehmed Reşîd, Ebu Bekr Nusret Efendi gibi İslâm filozofları/âlimlerinin et-Tıbbu’r-Rûhânî adında risâleleri vardı.
Tasavvuf kitaplarına göre, et-Tıbbu’-Sûrî/Bedenin tıbbı veya fizyolojik tıb olduğu gibi et-Tıbbu’r-Rûhânî de vardır. Tasavvuf literatüründe terimi en belirgin şekilde kullananlar, İbnü’l-Arabî ekolü sûfîleridir. Bu ekol terimi, “sağlıklı bir rûhânî kalbin hakîkî ve mânevî sıhhatinin, itidâlinin korunması; sağlıklı bir ruhânî kalbe sahip olmayanlar için ise mânevî sıhhat ve itidâlin nasıl elde edileceğini, nasıl riyâzet ve mücâhede yapılacağının ilmi” olarak tanımlar. Bunları bilen kişi, tabîbu’l-ervâh/ruhların tabîbi veyâ et-tabîbu’l-ilâhîdir. İbnü’l-Arabî, müzik ve güzel ses gibi mânevî tedâvî yöntemlerinde öncelikle hastalığın hangi hıltın gâlibliğinden ortaya çıktığını anlamak, ondan sonra tedâviye geçmek gerektiğini ve bundan anlamak için de “Rûhânî Tıbb”ı bilmek gerektiğini söylerken, rûhânî Tıbb’ın Sûrî tıbbı/bedenin tıbbı veya fizyolojik tıbbı da içerdiğini ya da, Sûrî tıbbı bilen ama tedâvî metodu olarak bedeni yöneten ruhu ihmal etmeyen bir tedâvi metodunu benimseyen tıb anlayışına bu ismi vermiş görünmektedir.
Haddizâtında eski Tıb kitaplarında ele alınmayan ama “Ruh sağlığını” ilgilendirmesi açısından sadece bazı İslâm tabîblerinin eserlerine girmiş olan öfke, hüzün, kin gibi günümüzde psiko-terapistin terapisine ihtiyaç duyan kötü huylar, doğuş devrinden (II/VIII. asır) beri Tasavvuf’un ele aldığı ve ileride ele alınacağı üzere birer “tabîb” gibi davranan şeyhler vâsıtasıyla uygulanan nefis tezkiyesi/terbiyesiyle tedâvî etmeye çalıştığı “mânevî hastalıklar”dır. Konuya bu açıdan bakmak, Tasavvuf İlmini tamamen Ruhânî/Mânevî Tıp ilmine dönüştürür. Müzmin hastalıklara yakalanmış olanları bir tarafa koyarsak, bedenî hastalıklarla genel itibariyler zaman zaman yakalanan insan, bu tip rahatsızlıklarla her an karşı karşıyadır ve üstelik bunlar bedenî rahatsızlıkları tetiklemektedir. Bu sebeple, bu tür tedâviye/terâpiye, yâni tasavvufa daha çok muhtaçtır. Batı’da Sûfîzm buna hizmet eder boyutta gelişmektedir. Bakalım Doğu ne zaman uyanacak ve kendi mirasına sahip çıkacak.[1]
[1] Konuyla ilgili kaynak ve detaylar için bkz. Hülya Küçük, Tasavvuf ve Tıp. Selim Kalbin Fizyolojisi, İstanbul: Ensar, 2017, ss.238-240.