Sokağın değişmez seslerinden biriydi o. Sırasıyla bozacı, simitçi, sütçü, gazeteci çocuk, taş döşeli sokağı boydan boya geçer mutat aralıklarla kendilerince bağırırlardı. Simitçi çocuğa acır, sütçüye takılır, gazeteci çocuğa “ne haber” derdim hep. Bunların ardından tüm tonlama ve dilbilgisi kurallarını alt üst edercesine sadece “s” ve “c” seslerini kullanarak bağıran eskici girerdi sokağa.
Eskici; “madem eski neden alıyorsun” sualinin gülümseyen yüzüydü o. Sahi neden satar insan eskilerini ve nasıl eskitir hatıra diye biriktirdiklerini? Eskicinin, her yanı kırmızıya boyanmış arabasında sahibi olmadığım halde hikayesiyle hüzünlendiğim neler görmedim ki…
Bizim eskici nadir bir adamdı, önceki hayatında şiir yazarmış da emir gelince eskici olmuştu sanki. Kırmızı gömlek giyer, siyah yeleğinden köstekli saatini hiç çıkarmazdı. Kirli sakalı, gür bıyıkları incecik yüzüyle bir gönül adamıydı işte. Ağır adamdı hem, ağır derken kilosundan bahsetmiyorum. Ağırdı işte; konuşması, tavrı edası, eski alıp sattığını bilmesen sanırdın mahallenin kabadayısı. Hiç evlenmemiş annesiyle yaşayıp giderdi işte.
Eskici, kırmızı boyalı tablasıyla sokağa girer, bağırır çağırır, eski alıp eski satar ağır ağır yürür, beni görünce yüzünde hüzzam bir gülümseme “Paşam, var mı eski bir şey” der yoluna devam eder. Bilir, nitekim kaç zaman, elimde eski bir eşya ile inmişsem yanına kıyamaz geri vazgeçerim vermekten. Kalbimden vazgeçecekmişim gibi gelirdi fark etmeden.
Bizim eskici, sokağın sonuna doğru iyice yavaşlar, beli iyice bükülür, başı önüne düşer, eli tablanın üzerindeki kırmızı radyoya gider ve o meşhur konağın önüne gelip durur. Karşı evin bahçe duvarına yaslanır “bir güzel sevdim, yanağı gamze” deyip bir türkü asılır.
Mahallenin en güzel yerinde büyük bir bahçe içinde iki katlı o ahşap konak ve konağın biricik kızı… Yaşıtı delikanlıların heyulası, sokağın seher yıldızı. Saçları esince sabah yeli, gülünce düşlerin beklentisi… Babası beyefendi, annesi günlerin vazgeçilmez misafiri. Evin hanımı bizim eskicinin en bonkör müşterisi. Eskiyip değiştirelim dediği eşyanın yok hesabı kitabı, daha neresi eski diyeceğin kaç parça eşya geçti kim bilir.
Bir eylül sabahı, hava alabildiğince serin. Eskici, yine geçerken konağın önünden seslenir konağın hanımefendisi; Eskiciii… Konağın önüne arabasını yanaştıran eskici, kapının açılmasını bekler. Konağın gösterişli büyük kapısı açılır, kapıda görünen evin şirin kızı… Elinde bir eski radyo, rengi kırmızı, eskicinin de gömleği kırmızı. Eskici, kızı daha önce bu kadar yakından görmemiş, saçlarının böyle güzel olduğunu fark etmemiş, gözlerinin bu kadar derin olduğunu bilememiş.
Kız, elindeki radyoyu tablaya bırakıp eskiciye bakmış. Bizim eskici erimiş, terlemiş. Belki o an kurulabilecek en manasız cümleyi kurup tablanın üstüne bırakmış; “Şey, radyo, kırmızı… Kız hafif alaycı, hafif şımarık gülerek “kırmızıyı severim” demiş. Bizim eskici o an anlamış; kırmızıyı seviyor. O günden sonra arabasını kırmızıya boyamış, kırmızı gömleğini daha çok sevmiş ve o radyo kim istediyse kim ne kadar çok para verdiyse hiç satmamış ve hiç yanından ayırmamış.
Bizim eskici, her gün aynı saatte hiç şaşırmadan kırmızıyı seven o kızın evinin önünde aynı duvara yaslanıp aynı türküyü söylemeye devam etmiş. Konak kızları başka mı nedir? Gönül gözü, sevda dili bilmezler mi? Bilmemiş, belki de bildim zannetmiş kalkıp takılmış bir şıpsevdinin peşine. Ailesi ne kadar olmaz dese de karşı çıkıp diretse de bir gece vakti kaçıp gitmiş.
Mahallede olay olmuş kızın bir serseri peşine düşmesi. Konağın sahibi yedirememiş olan biteni, aile şerefine leke düştüğüne inanmış. Araya girenler, hatır sahipleri derken istemeye istemeye razı olmuş görüntüyü kurtarsın diye düğün yapmaya. Söz nişan, yıldırım nikahı ve bir pazar sabahı gelin çıkmış konaktan. Gelin arabası daha sokağın başına varmadan bizim eskici, kesmiş gelin arabasının önünü tablasıyla. Tablanın üstünde sadece kırmızı radyo ve kırmızı gül… Para verecek olmuş damat, bakmamış bile yüzüne. Kırmızı gülü alıp gelin arabasının önüne bırakmış ve çekip gitmiş.
Konağı boşaltmış sakinleri, perdeleri çekilmiş, sessiz ve kimsesiz kalmış ahşap konak. Daha bir yıl geçmeden bir dedikodu ulaşmış, meğerse kızın peşinden koştuğu delikanlı hemen ikinci ay terk edip sıvışmış.
Şimdilerde tek bir geleni var konağın; bizim Eskici… Her gün aynı vakitte aynı duvarın önünde aynı türküyü söylemeye devam eder. Üzerinde kırmızı bir gömlek, tablasında kırmızı radyo. Dün geçerken uğradım yanına, üç beş kelam, demlenmiş bir hüzün. Dedim bir hoşluk olsun, ortam değişsin, gülerek; “Bunca yıldır alıp satarsın, bunca eski eşya gelip geçti şu tabladan, satamadığın bir şey olmadı mı hiç?” Derin bir nefes aldı; bir şu radyoyu bir de kalbimi satamadım Paşam…