En iyi yönetim nedir, sorusunun sadece filozofları değil, birçok aydının zihnini de meşgul ettiği muhakkak.
İnsan aklının ürünü olan hiçbir sistemin adil, toplumsal değerleri önceleyen, merhameti merkeze alan, maddi imkânların paylaşımında en alttaki yönetileni ölçü alma kabiliyeti gösterecek bir işleyişi olmadığını hepimiz biliyoruz.
Adını değiştirmekle işlerliği değiştirmiş olmuyoruz. Demokratik bir yönetimde kötülüklerin olmayacağını nasıl kimse garanti edemiyorsa, meşrutiyet veya monarşik bir yönetimde de garanti edemez. Komünist ve kapitalist sistemlerin ne kadar acımasız olduğunu insanlık yaşayarak gördü ve görmeye devam ediyor olduğunu da biliyoruz.
Demokrasinin nimeti ön kabulüyle düşündürüldüğümüz için seçtiğimiz temsilcinin yasa teklifindeki siyasi amacın ne olduğu görünmez olabilmektedir. Sosyal çıkar gözetiyormuş gibi görünen yasal metinlerin aslında siyasi veya sınıf çıkarına hizmet ettiğine dair amaç, siyasi elit veya yönetenlerce ustalıkla gizlenebilmektedir.
Bizim düşüncelerimizi yansıtan bu sistemler, aslında birbirinden çok derin farklarla bir ayrışma içinde değildirler. Hepsi ‘’devlet için’’ olduğu iddiasını taşır. Böyle olmak zorundadır, aksi halde taraftar bulamaz. Türkiye’de PKK temsilcisi siyasi oluşum bile devleti demokratikleştirme iddiasının arkasına gizlenir. Sorun, ‘’nasıl bir yönetim’’ sorusunun samimiyetten ziyade ‘’neden ben/biz değilim/-iz’’ diyen egoizmin, devlet kutsallığıyla kılıflanmış olmasındadır. Bunun için de sadece şartların olgunlaşması beklenir. Kimisi için seçimdir demokrasi; kimisi için darbe.
Eflatun filozof olduğu için devleti, filozofların yönetmesini ister örneğin. Bir hukukçunun veya iktisatçının düşüncesi de bundan farklı değildir. Mesleğin ‘’ben yönetmeliyim’’ amacını kapattığı arzu tam da budur.
Demokrasiyi eleştirirken diğerlerinin bundan daha adil olduğunu söylemiyoruz. Adına ister başkan deyin, ister cumhurbaşkanı; ister kral deyin ,ister şah; ister padişah deyin, ister imparator; her yönetimin başında bir en yetkili vardır. Çok zaman karar bu en yetkilinin insafına kalır.
Antidemokratik Düşünce Şekilleri’ni eleştiren David Spitz’in 325 sayfalık eserinde (yaklaşık)2500 yıllık Eflatun’un devlet anlayışı bile kendisine yer bulurken; bugün 1.5 milyar Müslüman’ı ilgilendiren hilafet gibi bir yönetim organının , aleyhinde de olsa bir cümlelik yer bulamaması, çıkarların şimdilik demokrasi ile korunabileceğine insanlığın inandırılmış olmasıyla rabıtalıdır.
Terörist, eşcinsel, tefeci,sahtekâr bile bu eyleminin demokratik hak olduğunu söylerken itirazımız olmuyor da; Hilafet deyince hepimiz ‘’nasıl olur? Bu zamanda ha’’ hayretiyle harmanlanmış bir şok geçiriyoruz. Halbuki ’’Hilafetin farz oluşu icma ile sabittir. Ancak bu iş farz-ı kifaye olup imamın seçilmesi, halifeyi seçmek için oluşturulmuş ve gerektiğinde onu azletme yetkisine sahip meclisin görevidir.’’ ‘’Allaha itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de (Nisa Suresi 59) ‘’ emri gereğince insanlara da itaat etmek düşer’’ diyordu Müslüman sosyoloğumuz İbn-i Haldun Mukaddime’sinde ( I.cilt syf. 273)
N.Fazıl Kur’an için ‘’güneşe evet ama ışığına hayır diyorlar’’ derken haksız mı? Selamlar.