İnsan, “Allah’ın mülkü olan yeryüzünde, O’nun iradesine uygun yaşamak ve talimatları doğrultusunda tasarrufta bulunmak” anlamında “Halife” olarak yaratılmıştır. Rabbimiz, yeryüzünün imarını, kendisine diğer varlıklar arasında özel kıymet biçtiği insana vermiş ve yaklaşık yirmi ayette de “Her şeyi insanoğlunun emrine musahhar kıldığını” yani onun hizmetine sunduğunu ifade etmiştir.
Bu konuda Hayat Kitabımızda şöyle buyrulur: “Andolsun, biz Âdemoğullarını şan ve şeref sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Temiz şeylerle rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.” (17/İsra:70).
“Bu ayette insan, dünyada Allah’ın lütfuna en çok mazhar olmuş, en seçkin, en değerli bir varlık olarak gösterilmektedir. Tefsirlerde insana seçkinlik kazandıran özellikler akıl, zekâ, temyiz, düşünme, yazma gibi melekelerden başlayarak çeşitli psikolojik ve fizyolojik özelliklere, estetik zevklere, ahlâkî yatkınlıklara, canlı ve cansız varlıklar üzerinde tasarruf yetkisine, ekonomik faaliyetlerde bulunma özelliğine, şehirler ve uygarlıklar kurma kabiliyetine kadar birçok meziyete sahip olmasıyla açıklanmaktadır.” (Kur’an Yolu, III/503).
İşte bütün inanç ve ideolojiler, Yüce Allah’ın kendisine değer verdiği insanlara kendilerini kabul ettirebilmek için her türlü adam kazanma taktiklerini ortaya korlar. Müslümanlar da, eğitip yanlışlarını düzelterek İslam’a insan kazandırmayı esas alır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da modelimiz Rasûlullah’tır. Efendimizin bu uğurdaki canhıraş gayretini Yüce Allah Kur’an’da şu şekilde dile getiriyor:
“Onlar, bu mesaja inanmak istemiyorlar diye, arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin.” (18/Kehf:6).
“İman etmiyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin.” (26/Şuarâ:3).
Rasûlullah (sav), Hakem b. Keysan adlı şahsı sürekli İslam’a davet eder, o da sürekli geri çevirirdi. Onun bu inadına karşı Hz. Ömer dayanamadı “Ne bununla uğraşıyorsun ya Rasûlallah? Bırak boynunu vurayım. Bu Müslüman olmaz” demesini Rasûlullah duymazdan geldi, davete devam etti ve Hakem b. Keysan sonunda İslam’a girdi. Rasûlullah (sav): “Biraz önce size uysaydım onu öldürecektim ve o cehennemlik olacaktı” diye buyurdular.
Bu olay karşısında Hz. Ömer de şöyle itirafta bulunmuştur: “Bir de ne göreyim adam Müslüman oldu. Böylece geçmiş ve gelecekte beni mahcup etti. Kendi kendime dedim ki ‘Rasûlullah’ın benden daha iyi bildiği bir hususta nasıl Rasûlullah’a muhalefet edebildim? Oysa maksadım Allah’a ve Rasûlü’ne hizmet etmekti. Andolsun Hakem’in İslâm’ı güzel oldu. Allah yolunda cihat etti. Ta ki Mauna kuyusunda şehit edildi. Binaenaleyh Rasûlullah kendisinden razı olduğu halde şehit düştü ve cennete gitti.” (İbn Sa’d, Tabakat’ul-Kübra, 4/137).
Rasûlullah (sav), insanların en azgınlarıyla bile iletişim kurar, onlarla konuşur, yakın ilgi gösterir ve böylece onların kalplerini kazanmak isterdi.
“Yâ Rasûlallah! Dinini sormaya gelen, onun ne olduğunu bilmeyen yabancı bir adamım” diyen Ebû Rifae’ye olduğu gibi, gerektiğinde hutbesini kesip insanlarla ilgilenirdi.
Bize düşen de, Rasûlullah’ın insan kazanmada gösterdiği sabır ve özeni model alarak Kur’an’da “Size, kendi içinizden, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, müminlere şefkat ve merhametli bir peygamber gelmiştir.” (9/Tevbe:128) diye vasfedilen; siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik durumu nasıl olursa olsun, insana değer veren o yüce Peygamberin izinden giderek, O’nun ahlakıyla ahlaklanmaktır.
Sosyal tabakalaşmaya izin vermeyen İslam, bu konuda Rasûlullah üzerinden bize evrensel bir mesaj vermektedir. Bir gün Rasûlullah (sav), Abdullah b. Mesud, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b. Yâsir gibi bazı yoksul ve kimsesiz sahâbîlerin de bulunduğu bir toplulukla birlikte bulunuyordu. Bu esnada müşriklerin ileri gelenleri Peygamber Efendimizle görüşmek istediklerini, ancak bunun için yanındaki yoksul Müslümanları oradan uzaklaştırması gerektiğini, zira kölelerle ve yoksullarla bir arada bulunmayı kendilerine yakıştıramadıklarını bildirmişlerdi. Rasûlullah (sav), “Ben müminleri kovamam” cevabını verince, hiç olmazsa kendileri geldiğinde onların ayakta durmasını istemişler; Hz. Peygamber, belki onlara İslâm’ı kabul ettirebileceği ümidiyle bu son teklifi kabul etmeyi düşünürken En’am suresi 52’inci ayeti onu uyarmıştır. (Müslim, Fezâilü’s Sahâbe, 45-46).
“Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki onları kovasın. Eğer kovarsan zalimlerden olursun.” (6/En’am:52).
İnsanlara eğitim hizmeti götürürken onun sosyal, ekonomik, kültürel ve coğrafî konumunu öne çıkararak ayrıcalıklı bir tutum ortaya koyup, toplumda kast sistemi oluşturmanın önüne, işte İslam böyle engel olmaktadır. Eğitilmesi için bize emanet edilen çocuklara, gençlere ve yetişkinlere sadece “Allah’ın yarattığı mükerrem bir varlık” yani “İnsan” olarak değer verip ayrıcalıklı bir tutum sergilemememiz gerekir.
Eğiteceğimiz insanın yaş durumuna göre onlara şefkat ve onara edici ifadelerle hitap etmeliyiz. Lokman suresinin ikinci sayfasında, Lokman (as)’ın, oğluyla diyalogunda ona “Ya büneyye!/Ey oğulcuğum, ey yavrucuğum!” şeklinde buram buram şefkat kokan hitap tarzıyla seslenmiştir. Eğitimcilerimizin de evladı yaşında olanlara; “Yavrucuğum, evladım” diye hitap etmeleri, onlara değer vermenin bir versiyonudur. Gençler ve orta yaşlılara da isimleriyle hitap edilmelidir. Kesinlikle öğrenciye lakaplar icat ederek hitap etmemeliyiz. Bu, onu aşağılamaktır. Büyüklere de “Efendi veya Bey” diye hitap etmek de bir değer vermektir.
Bu konuda bir anı anlatmak istiyorum: Beraberce İslamî hizmetlerde bulunduğumuz bir hocamız ailece görüştüğü bir dostunun evine ziyarete gidince ev sahibinin İbrahim adlı oğluna; “İbrahim Efendi nasılsın?” diyerek hatırını sormuş. Bundan çok memnun kalan İbrahim, hocamız gittikten sonra bu memnuniyetini ailesine: “Siz bana hep İbo dersiniz ama hocam bana İbrahim Efendi dedi” diye ifade etmiş.
Rasûlullah (sav), Davet Mektuplarında da insana değer veren ve muhatabı onura eden hitapla söze başlardı. “Rum’un ulusu”, “Kıptîlerin büyüğü” diye hitap ettiğini; “Bizans hükümdarı”, “Kıptîlerin reisi” demediğini görüyoruz.
Sevmek de, değer vermenin bir başka şeklidir. Eğitimiyle görevli olduğumuz muhataplarımızı sevmeliyiz. Onlar da bizi severse mesaj yerini bulur. “Mümin; seven ve sevilen kimsedir. Sevmeyen ve sevilmeyende hayır yoktur.” (Hâkim, el-Müstedrek, 1/53; Taberânî, el-Evsat, 6/58; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, 10/441)
Zaten sevmediğimiz bir kişinin anlattıklarını, psikolojik olarak dinlemek istemeyiz ve dinliyor gibi yapsak da bir kulağımızdan girip öbüründen çıkar. Onun için eğitimci, öğrenciye kendini sevdirmelidir.
İşte eğitim camiamız, uygulanması gereken birçok ana ilkenin yanında “İnsana değer verme” ilkesini hayatlarında icra ederlerse, eğitimde hayli mesafe alırlar. Diğer bazı önemli ilkelere de yeri geldikçe değineceğiz inşallah. Selam ve dua ile.