19 Ekim 2020 tarihinde İbn Haldun Üniversitesi Külliyesinin açılış merasiminde Sayın Cumhurbaşkanımızın dile getirdiği: "topyekûn bir eğitim reformunun şart olduğu" fikrini uzun yıllardır her platformda dillendirmeye çalışıyordum. Bu gerçeğin Devletin en üst makamı tarafından dile getirilmesi bizleri ziyadesiyle memnun etti.
Eğitim felsefemizin, eğitim mantalitemizin bu ülkenin gerçekleriyle, kökleriyle uyuşmadığını, yetişen neslimizin pozitivist bir anlayışla, seküler, materyalist bir zihin yapısı ile yetiştiğini daha önceki eğitimi konu alan yazılarımda da ifade etmeye çalışmıştım. Zira 1947 de imzalanan ve “Fulbright Anlaşması” olarak Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkındaki antlaşmanın sonucu olarak eğitim felsefemiz, mantalitemiz ve eğitim sistemimiz bütünüyle Amerika'nın çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmeye başlanmıştır. Öyle ki bu anlaşma ile hangi sınıflarda hangi dersler okutulacağı, dersler de hangi felsefenin hakim belirleyici unsur olacağı, müfredatın hangi anlayış çevresinde oluşturulacağı gibi yani eğitimin en hayati yönünü ruhunu, maalesef Amerika'nın egemenliğine vermiş durumdayız.
Bu anlaşma, şu manaya geliyor: "73 yıldır Milli Eğitimimizi Amerikalı uzmanların hatta Amerikan istihbarat elemanlarının fikirleri, öngörüleri ve kendi ülkelerinin çıkarlarını temin edecek politikaları çerçevesinde yönlendiriyoruz!" demektir. Biz tarımda, sanayiide, üretimde, ekonomide, ticarette bağımsız olsak, dünyanın belirleyici gücü olsak dahi insanımız zihnen, fikren Amerika'ya bağımlı, Batı dünyasına hayran, kendi kültür ve medeniyetine düşman olarak yetiştirilmiş demektir. Onun için "eğitim reformu" dediğimizde her şeyden önce 27 Aralık 1947'de imzalanan ve bugüne kadar sistemler, (kesintisiz 8 yıl, 8+3 yıl, 4+4+4 vb) şekiller, biçimler, değişse de; ruhu değişmeyen bu anlaşmayı yırtıp atmamız gerekiyor. Bu anlaşma çerçevesinde oluşturulan bütün müfredatı, bütün eğitim mantığımızı ve felsefemizi sıfırdan yeniden kurmamız gerekiyor.
Tarih başka milletlerde insanlara kimlik kazandırmak, insanın mazisi ile ait olduğu medeniyet ve kültür ile bağını kurmak için okutulurken; Fulbright Anlaşması güdümünde yazdırılan, okutulan, bizdeki tarih anlayışı tamamen pozitivist, tek yönlü mazisiyle, kendi medeniyeti, öz kültürü ile çatıştıran, kendi medeniyetini ve geçmişini öteki, yabancı ve düşman olarak görüp, köksüz sığ bir tarihle zihinleri iğfal etmek noktasında öğretiliyor. Bu anlayış sadece tarih dersi ile de kalmayıp diğer bütün alanlarda bir anlamda belirleyici bir unsur haline geliyor. İlkokuldan üniversiteye kadar okutulan tarih derslerinde insanın maymundan dönüşerek ilkellikten geldiği, ilerlemeci bir tarih anlayışı dayatılıyor. Buna bağlı olarak Biyoloji dersinde Darwin Teorisi bilimsel bir gerçekmiş gibi sunuluyor. Eğitimde yönümüz kıblemiz batının bir takım varsayım ve dayatmalarına çevrilmiş durumda. Halbuki insanlığın bugüne kadar getirmiş olduğu medeniyet birikimi ve kültürler tarafsız bir gözle incelendiği zaman, ilerlemeci değil döngüsel bir tarih anlayışının daha isabetli olacağını ortaya koyuyor. Aynı zaman diliminde yaşamasına rağmen bazı medeniyetlerin teknik, teknolojik, gelişmişlik olarak zirveyi yaşadığı aynı dönemdeki bazı medeniyetlerin dipte olduğu görülüyor. Ancak aynı zaman diliminde yaşayan askeri yada teknik teknolojik olarak zirvede olan birçok toplumun ahlaki gelişmişlik noktasında veya sanat, kültür gibi alanlarda dipte olduğunu görüyoruz. Bazı toplumların teknik, askeri, ekonomik, kültürel ahlaki noktada zirvede olduğunu ama hemen yanı başındaki komşu coğrafyadaki toplumun tüm bu alanlarda dipte olduğunu görüyoruz. Yada aynı dönemde dünyanın farklı noktalarında farklı kültür ve medeniyetlerin farklı bilgi seviyelerinde yaşadığını şahit oluyoruz. Pozitivist tarih anlayışının yansıması olan ilerlemeci tarih anlayışı, yaratılış fikrini, insanın ilahi bir bilgi (vahiy) ile desteklendiği anlayışını, medeniyetlerin oluşumunda ve gelişimindeki din ve peygamber faktörünü, Hakim Yaratıcı fikrini reddeden bir zihin dünyası kurma üzerine inşa edilmiştir. Pozitivist, sömürgeci Tarih felsefesinin Türkiye özelinde, Türk tarihine bakışının, Türk Tarihinin en az 2500-3000 yıllık bir siyasi, iktisadi, askeri, kültür ve medeniyet tarihin reddedilip son 100 yıllık son döneme hapsedildiğini ve tarihin 1920'lerden başlatıldığını, öncesinin reddedilmesi gereken, inkar edilmesi gereken bir tarih olduğu anlayışını hakim kılınmaya çalışıldığını görürüz.
Sadece tarihte veya sosyal alanlarda değil, fen matematik gibi sayısal alanlarda da aynı mantık ve mantalitenin devam ettiğini sürekli vurgulanan anlayışın Batı kültür ve medeniyetini yücelten, Doğu kültür ve medeniyetini yok sayan, kendi köklerimizi görmemizi, öğrenmemizi engelleyen bir anlayış olduğunu görüyoruz. Alman Profesör Sigrid Hunke'nin, "Batının Üzerine Doğan İslam Güneşi" isimli kitabında da ifade ettiği gibi ya da Pierre Curie'nin ifade ettiği gibi: "Müslüman Endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık." Batı medeniyeti bugünkü sahip olmuş olduğu teknik, teknolojik, bilimsel gelişimini Endülüs'ten kalan, yakılmaktan kurtarılarak tercüme edilen 30-40 kitap üzerine inşa etmişlerdir. Bize aydınlık diye sunulan batının, aydınlanmasına vesile olan yine bizim köklerimiz ve bizim medeniyetimiz olduğu gerçeğini saklamaya çalışıyorlar Ama mızrak çuvala sığmıyor. Aynı Batı, bizede alfabemizi değiştirttirerek milyonlarca kitapla olan göbek bağımızı bir gecede kestiriyordu.
Edebiyatta, musikide, görsel sanatlarda kendi medeniyetimiz ve kendi köklerimiz dışlanırken, görmezden gelinip, yok sayılırken bizim medeniyetimizi taklit ederek var olmuş, ortaya çıkmış intihalci medeniyetler zirveleştirilmeye çalışılıyor. Reform olacaksa her şeyden önce eğitim felsefemizi, mantalitemizi değiştirmemiz gerekiyor. Beş bin yıllık bir medeniyetin çocuklarının zihin dünyasını, üçyüz yıl öncesine kadar tuvaleti dahi bilmeyen bir medeniyetin anlayışına köle yapmak bu millete yapılmış en büyük soykırımdır. Fikirsel, bilimsel, zihinsel katliamlardan birisidir. Eğitim reformu dediğimiz zaman bir İranlı nasıl ki Sadi Şirazi'yi, Firdevsi'yi, Gövsi Tebrizi'yi, Mevlana Celaleddin Rumi'yi orijinal dilinden okuyup anlayabiliyorsa, bir Rus, bir Hintli, bir Çin'li bin yıl önce yazılmış kendi kültürüne ait bir edebiyat kiyabını ilk yazıldığı haliyle alfabesiyle okuyup anlayabiliyorsa bir Türk çocuğunun da Şeyhi'yi, Ahmet Paşa'yı, Necatî'yi, Baki'yi Fuzuli'yi orijinal dilinde okuyup anlamasını sağlayacak; Türk edebiyatının Halit Ziya, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Tevfik Fikret ile başlamadığını Yunus Emre'yi, Nabi'yi, Muradi'yi, Avni'yi, Adli'yi, Selimi'yi, Muhibbi'yi iyi tanıması, bu isimlerin eserlerini şiirlerini ilk yazıldığı günkü diliyle okuyup anlayabilmesi lazım. Yoksa tarihi 1920'lerden, edebiyatı Halit Ziya'dan, Falih Rıhfı'dan başlatacak bir anlayışla, Einstein'ı tanıdığı kadar Cezeri'yi tanımayan, Descartes'i bildiği kadar Harezmi'yi bilmeyen, Newton'u idolleleştirip, Sabit Bin Kurra'yı, Ebul Vefa'yı tanımayan Birûni'yi, İbn Heysem'i, Ömer Hayyam'ı, Ali Kuşçu'yu hiç duymamış bir nesil yetiştirilecekse reform yapmanın bir mantığı mantalitesi olmayacaktır.
Kenditarihini ve kültürünü inkar eden toplumlar, bilim ve medeniyet olarak intihar eden toplumlardır. Başkalarının kültürel kölesi olarak kalmaya mahkum olacaklardır. Eğitim reformunda iktidarın iradesi ve kararı ne kadar önemliyse Tûba Ağacı nazariyesi doğrultusunda yukarıdan aşağıya doğru değişimi, dönüşümü, yenilenmeyi sağlayacak, reformu gerçekleştirecek öğretmenlerinde, eğitim camiasının reforma hazır olamsı kendi bilinçsel reformlarını aynı doğrultuda gerçekleştirebilmeleri lazımdır. İlkokul Sınıf öğretmeninden doktora derslerine giren atom fiziği anlatan Profesörüne kadar eğitim ordusunun desteği olmaksızın köklü ve kalıcı bir reform mümkün gözükmemektedir. Sadece bürokratik düzenlemelerle hedeflenen reform gerçekleşmez. O zaman şu soruyu sormamız gerekiyor. Bir taraftan eğitim fakültelerinde yetişmekte olan öğretmen adaylarımız, diğer taraftan halihazırda görev yapan öğretmenlerimiz rûhî, zihni, fikri planda kendi medeniyetine dönmeyi esas alması gereken böyle bir yenilenmeye ne kadar hazırlar? Zihin dünyası, Fikri alt yapı ve mesleki yeterlilik olarak ne kadar hazırlar? Özüne dönmeyi, İslam medeniyet ve tarihini de benimsemeyi ne kadar benimseyebilecekler? İslamî Kültür, Medeniyet, Bilim ve Felsefe anlayışını pozitivist, sekülerist, materyalist anlayışın önüne koyabilecekler mi? Yoksa son 90-100 yıldır dayatılan eziklik psikolojisi, eğitim ordumuz üzerinde hakim olmaya, esir aldığı zihinlerde hüküm sürmeye devam mı edecek? Rahmetli Fuad Sezgin Hocanın ifadesiyle "Müslümanlar, ilimler tarihindeki muazzam yerlerini bilmedikleri için veya yanlış bildikleri için; Avrupalılar karşısında büyük bir aşağılık duygusu içindeler. Benim amacım, onlara Atalarının ilimler tarihindeki muazzam yerlerini göstermek ve öğretmektir." çünkü "İslâm medeniyetinin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak batılılara anlatmaktan daha zor." Bu gerçeği asla gözardı edemeyiz.
Eğitimde reform diyorsak: "Fulbright Anlaşmasını" bu ülkeye dayatanların, imzalayanların ve seve seve uygulayanların asıl gayesinin bu milleti köklerinden koparmak olduğunun bilinmesi gerekiyor. Eğitimcilerimizin, eğitim tarihimizin bu gerçeğiyle yüzleşmeleri ve zihin dünyalarına giydirilen kalıpları yıkmaları, parçalamaları gerekiyor. Bu da elbette sancılı ve bir sıkıntılı bir süreci de tetikleyecektir. "İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!" anlayışını, "İnsanı kendi köklerinden ilham alarak yetiştir ki, medeniyetin kültürün yaşasın ve tam bağımsız bir ülke olasın!" diye revize etmemiz gerekiyor. Ve bir sözün orijinalini yeniden hatırlamamız gerekiyor. "İstikbal köklerdedir!"