‘’Anam ölmüş bugün. Bilmiyorum belki dün. İhtiyarlar Yurdundan bir telgraf aldım. Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar. Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü.’’
Yukarıdaki cümleler Albert Camus’nün Yabancı romanından alınmıştır ve giriş cümleleridir. Annesinin öldüğü günün ertesinde sevgilisiyle komedi filmi izlediğini de romandan öğreniyoruz.
Cümleleri bir daha okuyun ve zihninizden geçenleri anlamaya çalışın.
Ruhunuzda bir sarsıntı olduğunu hissediyor musunuz?
Yoksa ‘’ne var bunda ki’’ tarzında hayretiniz sizde , sorumuzu anlamsız mı kılıyor?
Bu iki uç soru insanın ne kadar insan olduğu hakkında bana yeterince ip ucu verir de onun için sordum. Her iki soru evet bir hayret uyandırır insanda. İlki ‘’olamaz böyle bir şey. Bir insan annesinin ölümü karşısında bu kadar duygusuz olamaz’’ yüklü bir dehşet taşır. İkincisi ‘’her insanın olaylara gösterdiği tepki farklı olabilir’’ aymazlığıyla kuşanmıştır.
Ben, kendi adıma Müslüman bir Türk çocuğunun birinci seçenekle donatılmış olduğunu düşünüyorum. Çünkü Onun imanı, annenin kendi canı kadar aziz olduğunu fısıldar vicdanına. Hatta daha ileri gidip şunu söyleme cesaretini buluyorum kendimde. O, bu ayrılığı birkaç gün kabullenemez ama figan ederek ağlamayı, din yasakladığı için görünmez gözyaşıyla içinden ağlar.
Bu, merhametin çok ama çok ötesinde, kendi varoluş sebebini ortadan kaldıran bir dramla karşılaşmadır. Kısaca ilk karşılaşmada insana ‘’o ölmüşse benim yaşamamın da bir anlamı yoktur’’ dedirten bir vurulma, bir çarpılma, bir şok anıdır.
Afrin’de yavrusunu kaybeden annenin ilk haberi aldığı andaki infiali ile çocuğunun annesini kaybettiği anda geçirdiği şok arasında sadece derece farkı vardır. Bunun baremi , annede, Allah’ın verdiği ihsanın sonucu olarak daha yoğundur elbette. Ancak her iki acı taşıdığı değer hükmünde eşittir. Yanılıyor muyum acaba?
İkinci ‘’ne var bunda’’ cevabından yana olanla, Albert Camus’nun roman kahramanı Meursault’a söylettiği ‘’annem ölmüş bugün, bilmiyorum belki dün’’ anlatımındaki ruhsuzluk arasında bir fark görmüyorum.
Meursault’un,(aslında Camus’nun kendisi) annesinin ölümü karşısında ki tavrı neyse, bir Arabı öldürdükten sonra idam cezası almış olması karşısındaki tavrının da aynı olduğunu söyleyeyim de, ölmüş bir ruh nasılmış, anlayın.
Camus’nun bu tavrını yadırgadığımı söyleyemem. Bu düşüncem yukarıdaki birinci tespitlerimle çatışmıyor mu? Hayır çatışmaz. Çünkü O bir nihilist. İç içe olan iki alemden birini diğerinden koparırsanız, bu ‘’hayatın saçma’’ olmasından daha doğal ne olabilir? Camus ve diğer ‘’varoluşçu’’lar da bunu söyleyip durdu hep. Esasen yeryüzünde, savaşlar yüzünden ölen mazlumların ölüm sebebini, Batı’nın eşyaya tapınan arzularını, düşünce/fikir zannetmesinde aramak gerekir.
Halbuki merhamet, şefkat, sevgi, acımak, yardımlaşmak, bağışlamak, ümit, korku gibi değerler Müslüman için bir anlam taşır ve öbür aleme yatırım için kullanılır. Bunun için de bu hayat saçma olmak bir tarafa öbür alem kadar kıymetlidir.
Duygulardan istifa etmiş bir insanla, imanını kaybetmiş insan arasında bir ilişki kuruyorum ben. Çünkü iman kuru bir akıl işi değil aynı zamanda duyguları besleyen bir hazinedir. Aşk ,ümit, merhamet, paylaşım ,af gibi herkese sıcak gelen kelimeler Allah’ın yeryüzüne armağanıdır diye düşünürüm. Bunlar da imanın kardeşleri gibi geliyor bana. Yoksa Batı düşünürlerini incelerken, hep Necip Fazıl’ın ‘’siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek’’ mısralarını neden hatırlayıp durdum ki.Selamlar.