Kıştan kalma serin bir sabah, bahar ha geldim geleceğim çabasında. Tomurcuk vermiş ağaçlar direniyor son ayazlara.Kendi halinde kendilerine sığınmış üç güzel yürek, üç masum çiçek yuvalarında ilk güneş ışıklarıyla ısınıp şükrediyorlar kurulmuş sofralarına.
Kadın, iki masum yavrusuna bakıyor; biri erkek biri kız iki cennet emaneti. Yine gelip oturuyor yüreğine ince bir sızı son lokmasıyla birlikte. Tek başına iki çocukla yapayalnız kaldığından beri hem anne hem baba oldu onlara, gün geldi el işine gitti, yeri geldi evden iki parça bir şeyleri sattı yok pahasına. Bir yanda hayat kavgası bir yanda çocuklarının kaygısı…
Dilinden şükür eksik oldu mu dersin, yok asla hiç şikâyeti olmadı. Kâh ağladı kimi günler biçare kalışına kâh hayıflandı insanların vefasızlığına lakin dedik ya tek gün isyan etmedi, kahırla kem sözler söylemedi. Kapısı kapanınca ardında ne hikâyeler vardır kim bilir deyip kendi kapısını hep dua ile kapattı. Yok, şimdi bunları anlatıp deşmeyelim kadının yarasını. Tasarruf edeyim diye kimi lambaları çıkardığını, gece olunca iki parça odunla sabahı ettiklerini, çarşıya çıkınca dolmuşa para vermeyip bir ekmek parasına ayırdığını ve tüm bunlar olup biterken birilerinin kendi evlerinde habersizce yan dönüp yatmalarını mevzu etmeyelim şimdi.
Kadın, düşüp gitmişken böyle bin bir düşüncenin peşine paşasının sesiyle geldi kendine. “Anne” dedi çocuk “Anne, daha kar yağmaz mı, ya gelecek yıl büyürsem, kardan adam yapamam ki büyürsem?” Kadın derin bir ah çekti, gülümsedi, Çocuklar dedi hiç büyümeseler mi? Ablası çocuğa takıldı, çocuk utandı, kadın ikisini de kucaklayınca gülüştüler doyasıya.
Kadın sofrayı toplayıp mutfağa gitti, ablasıyla çocuğu da tembihledi; güzelce oynayın siz, pazara gideyim gelince evi toparlayıp, temizleyeyim, dönünce size kurabiye de pişireyim. Delikanlı atladı, yanında süt de olmaz mıydı? Kadın tebessüm etti, onları Allah’a emanet edip evden çıktı.
Pazar dediğin nedir ki şuncacık paraya; biraz sebze azıcık meyve. Süt alacak para zor kaldı cebinde. Kadın, kalabalığın içinde yalnız başına, tek başına, bir başına… İçinde biriktirdiği öfkelere yenisini ekleyerek yürüdü elinde fileyle. Caddeler boyu bir dal aradı tutunacak, bir çıkış, belki yeni bir başlayış. Hınçla doluyordu, onulmaz sandığı yaralar açılıyordu gönlünün bir köşesine. Durdu bir soluk mesabesince, paşası aklına geldi, kızı hem sonra, “bir tek sen misin be kadın bunları yaşayan şu koca dünyada” deyip hıncını bir heybeye doldurdu.
Kadın eve ulaşıp kapının önünde durunca dönebileceği bir evinin olmasına şükürler etti. Çalacağı bir kapısı olmayan insanlar kadar çalınan kapıyı açamayan, açmayan insanların varlığını da yazdı bir kenara. Kapının açıldığını duyan küçük çocuk koşarak çıktı odadan, annesini görünce daha da sevindi, hopladı, zıpladı “gel anne gel haydi” deyip kadını odaya sürükledi öyle ki elindeki eşyayı bırakmasına izin bile vermedi.
Çocuk, annesini elinden tutup odanın kapısını açtı; odanın her yerinde ama her yerinde beyaz pamuklar vardı, tiftik edilmiş küçük parçalar halinde sedirlerde, masada, sandalyede yerlerde televizyonun üzerinde pamuklar vardı ve daha bazıları yere bile düşmemişti. Odanın her şeyi her yerdeydi, pencere açılmış perdeler uçuşuyordu, sanki oda beyaza boyanmıştı. Çocuklar neşeden bağrışıyor “bak anne bak bak!” diye ünlüyordu.
Kadın odanın kapısında donakaldı. İki baş yastığı boşalmış, içindeki tüm pamuklar odaya serpilmişti. Hem şaşkın hem kızgın, zihninden “nasıl oldu ne oldu niye oldu” suallerine cevap ararken “şimdi nasıl toparlanıp nasıl temizlenecek” yorgunluğunu çoktan yaşamaya başladı.
İlk şaşkınlığını atlatan ve kendine gelen kadın elindekileri olduğu yere bırakıp derin bir nefes aldı ve çocuklara döndü daha o bir şey demeden küçük çocuk neşeyle bağırdı; evimize, odamıza kar yağsın istedim anne, ben büyümeden yağsın.