Dünya ve Türkiye ekonomisinin nedenleri farklı da olsa, hem iktisadi hem de siyasi faktörlerin etkisinde uzun bir süre daha kalmaya devam edeceği anlaşılıyor. Özellikle dünya ekonomisi yetkilileri, FED’in alabileceği kararları neredeyse Yellen’in küçük dilini görecek şekilde pür dikkat takip ederken, Çin’in Yuan’ı hiç kimsenin beklemediği bir anda, üç gün içinde yaklaşık %4 devalüe etmesiyle karşılaştı. Bir de buna ECB’nin AB ekonomisini canlandırmak için aylık 60 milyar EURO’luk tahvil alımıyla piyasaya milyarlarca euro sürülmesine rağmen ve sanayi üretiminin kalıcı olarak büyüyememesinin bir sonucu olarak beklenen ekonomik istikrarın sağlanamamasının da eklenmesi, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin adeta başını döndürdü. Buna göre, ülkelerin alacakları her türlü kararın, onlarca artılarını ve eksilerini saymak mümkün. Nedeni ise gayet basit, her zaman söylediğim gibi büyük bir köy haline gelen dünyamızda her ülke her ülkeye hatta dünyanın bir ucundaki bir firma öbür ucundaki bir firmaya rakip olabiliyor. Üstelik ülkeler bazında düşünürsek ve bu ülkeler de ABD, Çin, Japonya, ve Almanya’nın başını çektiği AB’in gelişmiş ülkeleri gibi dünya ticaretinin yaklaşık %80’ini domine ediyorsa, bunların aldıkları kararların etkilerinin küresel ölçekte ses getirmesinden daha doğal bir şey olamaz. Burada ortaya çıkan sıkıntının kaynağı, yukarıda adı geçen herkül ülkelerin menfaatleri çakıştığında, kendileri ile diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerin döviz kuru, ihracat, ithalat, cari açık, dış ticaret açığı, küresel sıcak paranın yönü, doğrudan yabancı yatırımlar, ekonomik büyüme, ekonomik kalkınma, istihdam düzeyi, iç talep gibi iktisadi değerleri ne yönde ve ne oranda etkileyeceğinin tam olarak kestirilememesidir. Tüm ülkeler ortaya çıkan veya çıkabilecek iktisadi sonuç ve değişmeler karşısında, homo economicus kuralı gereği maksimum kar veya minimum zarar etme çabası içinde olduklarından kazançlı tarafta olmanın hesabı içindeler. Durum böyle olunca da tüm ülkeler her türlü iktisadi, sosyal ve siyasi verinin en ince detayını bile kaçırmak istememekte, çünkü işin ucunda ekonomi savaşlarını kaybedip pasifize kalma tehlikesi var.
FED yetkililerinin, bu yıl içinde yapacakları son üç toplantı sürecine girilmesine rağmen ABD ekonomisinin verilerinin yine olumlu–olumsuz farklı sinyaller göstermesi (düşük seyreden enflasyonunun artırılamaması (% 2’ye), işsizlik oranının düşürülememesi (% 5’in altına), petrol ile hammadde fiyatlarının düşüklüğü, yüksek petrol stokları) Çin’in yuanı devalüe etmesi, AB ekonomisinin hala deflasyonist tehlikeyi atlatamaması gibi faktörler nedeniyle FED’in faiz artırımına ne zaman başlayacağı süresi kısalsa da soru işaretleri devam ediyor. Yunanistan’ın kurtarma paketindeki büyük pastayı kapmak için (86 milyar euro) kreditörlerce Tsipras’ın yumuşatılıp her denileni yapacak kıvama getirilmesi, küresel bazda riskleri azalttı.
Çin’in yaptığı devalüasyonun nedeni, parası yuanı ABD dolarına bağlayan Çin’in, ABD dolarının değerlenmesiyle pahalı duruma gelen ihraç mallarını ucuzlatıp azalan küresel rekabet gücüne yeniden kavuşmak istemesidir. Çin’in yaptığı devalüasyon, dünya ölçeğinde ürünlerini devalüasyon oranı kadar ucuzlatırken, diğer ülkelerin mallarını aynı oranda pahalılaştırmakta. Küresel ölçekte çok fazla ses getirmesinin nedeni ise Dünya ticaret hacminde önemli bir yere sahip olması, bütün hikaye bu. Çünkü Şimdi akla ülkelerin ihracatlarını artırmalarının tek yolu devalüasyona baş vurulması mı ya da yani Çin ve herhangi bir ülke devalüasyon yaparak ihracatını kalıcı olarak artırabilir mi? şeklinde sorular gelebilir. Cevap gayet açık, devalüasyon uzun vadede ihracatın artırılması için tek başına ve yeterli bir reçete değil ancak kısa vadeli bir pansuman bir tedbir olabilir, o kadar. Eğer devalüasyon ihracatı artırmanın tek çaresi olsaydı, her ülke devalüasyon yaparak ihracatını artırırdı. Ancak gerçek ve kalıcı şekilde ihracatı artırmanın, dünya ekonomi arenasında mal satmanın yolu fiyat rekabeti yapabilmenin yanı sıra, yüksek teknoloji temeline dayalı mal üretmeyi başarmakla doğru orantılıdır. ABD, Almanya, Japonya, Güney Kore, Çin gibi bir çırpıda sayabildiğimiz bu ülkeleri diğer ülkelerden ayıran, yüksek teknolojili mal üretebilme kapasitelerine sahip olmalarıdır. Çin için deniz bitti artık, bundan sonra düşük iş gücüne dayalı düşük teknoloji mal üretmekten ileri teknoloji ağırlıklı üretim profiline geçmek zorunda. Söz konusu ülkelerin teknoloji üretip satacak konuma gelmelerinin anahtarı ise; ciddi boyutta AR-GE harcamaları, teorik-uygulama dengesinin sağlanmasıyla desteklenmiş modern eğitim programı uygulamaları, objektif teşvik politikaları ve her şeyden önemlisi her ülke vatandaşının ülkesi adına aynı ülkü birliği için kalplerinin tek yürek atmasını sağlamalarıdır. İşte tam burada ülkemiz için çıkarılacak dersler var. Ekonomi pastamızın büyümesini (GSYİH) engelleyecek her türlü iktisadi, siyasi, sosyal ve toplumsal olaylar hepimize kaybettirir. Aklımızı başımıza alalım.
Soru: Ülkelerin ihracatı, yaptıkları devalüasyon oranı kadar artar mı? Neden?...
Sözün Gözü: Adamsan her zaman kalbinin sesiyle konuş, değilse zaten fark etmez.