Duâ ile iman arasında da çok yakın bir ilişki vardır. Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayette duâ, iman anlamına gelmektedir: “De ki: (Ey insanlar!) "Kulluğunuz ve niyazınız (imanınız) olmasa Allah size ne diye değer versin! (Ey inkârcılar!) Siz O’nun dinini yalan saydığınız için bunun günahı artık yakanızı bırakmayacak!" (Furkan 77). Bu âyet, özel olarak Yüce Allah’ı bırakıp elleriyle yaptıkları putlara tapanlara ve sahip oldukları dünyalıkları Yüce Allah’a kul olmanın üstünde tutanlara bir uyarı mahiyetindedir. Dolayısıyla duâ, imanla birlikte ibadet manasına da gelir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s) bir rivayette: “Duâ, ibadetin özü/iliğidir” buyurmuşlardır.
Duâ ve ibadet sadece ve sadece Yüce Allah’a yapılır. O’nun dışındaki varlıklara Allah’a dua eder gibi dua etmek, onlara Yüce Allah’ın niteliklerini atfetmek O’na ortak koşmak olarak isimlendirilmiştir: “O halde sakın Allah ile birlikte başka tanrıya kulluk edip yalvarma, sonra cezaya çarptırılanlardan olursun!. (Şuara 213).
Mekkeli bazı müşrikler risâlet görevinin ilk yıllarında Peygamber efendimizin karanlık güçler ve kötü ruhlarla ilişkisi olan bir kâhin olduğunu iddia ediyor, Kur’an’ı ona bir şeytanın getirdiğini söylüyorlardı. (Bkz. Tur 29). Zira onların inançlarına göre kâhinlerin söylediklerini onlara şeytanlar telkin ediyordu. Bu sebeple onlara göre Resûlullah’ın getirdiği Kur’an da, olsa olsa (haşa) bir şeytan sözü olabilirdi. Söz konusu âyet, bu tür yersiz iddiaları reddetmektedir. Hz. Peygamber’in şahsında genel olarak insanlığa hitap eden özellikle Şuara Suresinin 213. âyeti, Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu delilleriyle ispatlandıktan sonra artık insanın şeytanların vesvese ve telkinlerine aldanıp da Allah’a ortak koşmaması, O’nunla birlikte başka ilâhlara tapmaması gerektiğini, aksi takdirde şiddetli cezaya çarptırılacağını haber vermektedir. Aslında uyarı onun üzerinden biz ümmetinedir.
Unutmayalım ki, duaların kabul olması dini tamamen Yüce Allah’a has kılmakla da bağlantılıdır. Bir de duâların kabul edilmesinde helal ve haram ölçülerine uygun bir hayat yaşayıp yaşamamanın da etkisi vardır. Nitekim bir rivayette bu gerçeği Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle beyan etmişlerdir: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir hâlde ellerini semâya uzatarak: Yâ Rabbî, yâ Rabbî! diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram (hâsılı) kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle bir kimsenin duası nasıl kabul edilir? Demek ki bir Müslüman hem görüntüsünü ve hem de helal-haram noktasında manevi hayatını Rabbimizin istediği şekilde güzel davranışlarla bezemesi gerekir. Bu konuda kâinatın övüncü Fahr-i Âlem Efendimizin: “Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir!” duası bizim için yol gösterici olmalıdır.
Sonuç olarak, dualarımızın kabul edilmesinde; sağlam bir imana sahip olmanın, helal ve haram duyarlılığını gözetmenin, istiğfar ve tövbe ile pişmanlıklarımızı dile getirmenin önemi büyüktür. Bunlar dua ibadetinin, rükün ve şartlarıdır. Bir kul olarak, duâ ve rahmet kapısının sonuna kadar açık olduğunu bilmeliyiz. Sadece bir sıkıntı dokunduğu zaman değil, asıl nimet ve bolluk zamanlarında O’na dua etmeliyiz.