Osmanlı'da diş kirası geleneği
Osmanlı Devleti’nde vükelâ ve devlet ricâlinin saray ve konaklarında her akşam iftar yemeği verilmesi yerleşmiş bir gelenekti. Bu iftarlarda misafirlere ve özellikle fakirlere yemekten sonra diş kirası adıyla para ve çeşitli hediyeler dağıtılırdı.
Diş kirası âdeti özellikle sultan saraylarında geniş ölçüde uygulanmaktaydı. Bazı kaynaklarda, Fâtih Sultan Mehmed’in vezîriâzamı Mahmud Paşa’nın tertip ettiği ziyafetlerde pilâv içine altın paralar koydurduğu ve bu paralara yemek sırasında onları bulanların sahip olduğu belirtilmektedir.
Sultan saraylarına gidenler iftardan sonra harem ağaları vasıtasıyla saygılarını bildirirler; karşılığında da derecelerine göre hediye ve para alırlardı. Harem ağası hediyeleri sunarken bunları öpüp başına koyduktan sonra teslim eder, davetliler de aynı şekilde davranarak hediyeleri kabul ederlerdi.
Diş kirası geleneği bir dönem yarı resmî bir nitelik kazanmış ve çeşitli rütbeden memurlar, âmirleri tarafından verilen yemeğe gitmeyi bir vazife saymaya başlamışlardı. . Ancak Osmanlı döneminin sonlarına doğru 2. Meşrutiyet’le birlikte gerek sarayın eski durumunu kaybetmesi, gerekse âdeti uygulayacak konak sahiplerinin kalmaması gibi sebeplerle diş kirası adeti de ortadan kalkmış ve günümüzde de tekrar hatırlanan adetlerden birisi olmuştur.
Hediyeleşmenin Önemi nedir?
Hediyeşemek sevgiyi arttırmanın yollarından birisidir.
Resûl-i Ekrem (sas), “hediyeleşme” konusunda müminlere yol gösterirken; cömertlik, diğerkâmlık, vefa, ihsan, îsâr ve ikram gibi kardeşlik bağlarını güçlendiren birçok güzel hasleti bir davranışta birleştirmiş oluyordu. Onlara, dünya metaını verip karşılığında gönül almanın, Allah'ın rızasını kazanmaya eşdeğer bir meziyet olduğunu öğretiyordu. “Musâfaha edin (tokalaşın) ki içinizdeki kin gitsin; hediyeleşin ki birbirinizi sevin ve (aranızdaki) düşmanlık gitsin.” (Muvatta’, Hüsnü’l-hulk) buyurmuştu.
Hediye, yürekten duyulan bir sevginin nişanesidir. Bu yüzdendir ki azlığına çokluğuna, değerli veya değersiz oluşuna bakarak hediyede ve onu getirende kusur aramak, hediyeleşme âdâbı ile uyuşmaz. Alçakgönüllülük, hilm ve tevazu gibi yüksek ahlâkî vasıflara sahip olan Hz. Peygamber (sas), “Davet edene icabet edin ve hediyeyi reddetmeyin...” (İbn Hanbel, I, 405) buyurmuştu.
Gönüller Sultanı'nın hediye verme ve hediyeyi pay etme konusundaki şefkatli ve fedakâr hâli, hane halkına ve hanımlarına da sirayet etmişti. Allah Resûlü (sas) onlara, gönülden vereni Cenâb-ı Hakk'ın, daima daha güzeliyle mükâfatlandıracağını haber veriyordu. Bir yoksul, müminlerin annesi Âişe'den, oruçlu olduğu bir gün yardım istemişti. O sırada evinde tek bir ekmekten başka bir şey bulunmayan Hz. Âişe, azatlı cariyesine, “Ekmeği ona ver.” dedi. Cariye, “Orucunu açman için başka bir şey yok!” deyince, Hz. Âişe tekrar, “Ekmeği ona ver!” dedi. Cariye der ki: “Âişe'nin dediğini yaptım. Akşam olunca bize ekmeğe sarılmış vaziyette koyun eti hediye edildi. Müminlerin annesi Âişe beni çağırıp, “Bunu ye, bu senin ekmeğinden daha iyidir.” dedi. (Muvatta’, Sadaka, 1)
Akraba dışında kalan yakınlara hediye verirken önce kimden başlanması gerektiği, peygamberî bir düstur olarak Âişe annemizin ağzından şöyle kayda geçmiştir: “Yâ Resûlallah, benim iki komşum var; hangisine hediye vereyim?” diye sordum. Resûlullah (sav),"Kapısı sana en yakın olana!" buyurdular.” (Buhârî, Şuf’a, 3)
Efendimizin, hediyeyi alan kimsenin riayet etmesi gereken nezaketli tavra, şu sözlerle işaret buyurduğunu görmekteyiz: “...Size hediye verene karşılık verin. Karşılık verecek bir şey bulamazsanız, onun için dua edin.” (İbn Hanbel, II, 96) Hz. Peygamber'in kendisine yemek getiren Zeyd b. Sâbit'e, “Bârekallâhü fîk.” (Allah bunu senin için bereketli eylesin.) demiş olması,(İbn Sa’d, Tabakât, I, 237) dua ile teşekkürün ifade biçimlerinden biridir.
Rivayetlerden hediyeleşmenin karşılık beklenmeden, gönül rızası ile sevgi, ilgi ve alâkayı artırmaya aracı olan erdemli bir davranış olduğu anlaşılmaktadır.