Dinlemeden konuşuyoruz

Hasan Ukdem

Konuşurken hiçbir şey öğrenemezsiniz. L. Johnson

Eskiden de böyle miydi, bilmiyorum; günümüzün insanı konuşmayı ne çok seviyor. Özellikle de bir konuda tartışırken karşı tarafa fırsat vermeksizin konuşmak sanki bir hüner haline gelmiş durumda. Tartışılan konuda doğruyu bulmaktan çok, kendini haklı çıkarmaya dayalı konuşmalar yapılıyor her yerde. Arkadaş toplantılarında, televizyon programlarında, sokakta ayaküstü sohbetlerde durum hep aynı. Azgın egolar, büyüklenmeler, şişkin nefisler… Oysa insan konuşurken değil, dinlerken öğrenir. Ama çağın insanı öğrenmekten ziyade kendini karşı tarafa dayatma peşinde koşturup duruyor.

Ziya Paşa bir beytinde “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rube-i aklı eserinde” diyor. Konuşmaktan çok, yaptığın iş anlatır bir şahsı. Ancak bir yapıp bin övünmeyi seviyoruz galiba. Hem karşımızdakinden üstün görünmek istiyoruz hem de çalışmaktan, üretmekten uzak duruyoruz. Hal böyle olunca da ne ülke kalkınmasına ne de dünyanın gelişimine katkı sağlıyoruz. Bu durum kırk elli yıl önce bir handikap gibi görünmemiş olabilir, artık hayati bir önem arz ediyor boşa harcanan zamanlar. Biz ego savaşlarıyla oyalanırken, ülkemizin de içinde bulunduğu coğrafya bir ateş çemberi haline geldi. Suriye, Irak, Filistin, Lübnan ve daha birçok ülke büyük bir kaosun içine atılırken, Siyonist İsrail, cürmüne bakmadan bütün bu yerlere bombalar yağdırarak işgal planları yapıyor.

Şimdi diyeceksiniz ki bireylerin zaafıyla dünyada olup bitenlerin ne alakası var? Elbette var. Bizler vaktimizi boş şeylerle geçirirken elin adamı bizim gibi olanları, bizden olanları katlediyor. Bizler sadece zamanı heba etmiyor, aynı zamanda bizim neslimizden gelen çoluk çocuğumuzun doğru yetişmesini de sağlayamıyoruz. Kendi örf ve adetlerimizi, inanç ve kültürümüzü onlara aktarmıyor, başkalarının çam ağaçlarının, Noel babalarının aramızda dolaşmasını, bizden bir şeymiş gibi kabullenmişiz gibi sesimizi çıkarmıyoruz. Üstelik bunlar böylesine baskın bir şekilde şehir meydanlarımızda, dükkân vitrinlerimizde ve AVM içlerinde yerini alırken, bizler bambaşka şeyleri eleştiriyor, bambaşka şeylerden rahatsız olduğumuzu konu ediyoruz. Mesela Türkçedeki Arapça kelimelerden, çocuklarımıza verdiğimiz Arap isimlerinden dem vurarak İslam’ın bize kazandırdığı zenginlikleri bir eksiklik gibi konuşuyor birçok insanımız. Gençlerin özgür düşünceli yetiştiğini, onların önlerinin açılması için kutsal aile yapımızdan vazgeçmemiz gerektiğini dile getirebiliyor artık bazı konuşmacılar. Oysa bütün bu olup bitenler kabından taşan bir hayatın sonucu değil mi? Özgürlük, sihirli bir kavram, onu insanın önüne koyduğunuz zaman, ona her şeyi yaptırabilirsiniz. Bakınız uyuşturucuya alışmış gençlere! Bakınız kadın cinayetlerine! Bakınız bütün bunlar karşısında toplumların bigâne duruşuna!

1952 Amerikan seçimlerinde demokrat partinin adayı Adlai Stevenson “üç metrelik bir zincirle duvara bağlı olan köpeğin havlaması özgür düşünce değildir” demişti. Bugün insanlığı, kapitalizmin duvarına bağlayanlar özgürsünüz istediğinizi konuşun, istediğinizi söyleyin, isteğinizi yapın diyerek vurdukları zincirleri unutturuyorlar. Dünyevi arzular, zenginlik hayalleri ve şöhret tutkusu içinde kıvranan insanlar artık ne kendi kültürünü tanıyor ne de inanç sınırlarının içinde kalabiliyor. Yıkılan aileler, sahipsiz çocuklar ve hürriyetine mahkûm olmuş kadınlar… Hepsi bizim çevremizde yaşıyor. Biraz dikkatli, biraz duyarlı baktığınızda hepsini net bir şekilde görebilirsiniz. Eşinden ayrılmış çocuğu veya çocuklarıyla yaşayan o kadar çok kadınımız var ki şaşarsınız. Ninesiz dedesiz evlerin sıkıntılarını yaşarken şimdi de babasız evlerin sonuçlarını görmekteyiz. Başı boş gençler, nikahsız ilişkiler, kontrolsüz hayatlar…

Böyle bir dünyada biz konuşmaya devam ediyoruz. Üstelik karşımızdakini dinlemeden ve takındığımız at gözlüğüyle bir istikamete doğru koşarak bir hayatın içinde kendimizi dayatmaya, üste çıkarmaya çabalayarak konuşup duruyoruz. Bildiğimiz 200 kelime ile dünyanın en uzun romanlarını yazıyoruz. Kimse dinlemiyormuş, kimse okumuyormuş hiç önemli değil. Hayat benim hayatım, beden benim bedenim, dünya benim dünyam kim ne karışır!

En büyük benim böbürlenmeleriyle televizyon ekranlarında İsrail’in katliamlarını seyrediyor, Müge’nin Esra’nın ekranlara çıkardığı rezil hayatlara sanki sıradan bir şeymiş gibi bakıyoruz. Ve bütün bunlar başka bir dünyanın insanlarıymış gibi gamsızız. Ülkemizin adı geçiyor, şehirlerimizden canlı yayınlar yapılıyor ama bir sinema filmi seyreder gibi seyretmeye devam ediyoruz. Biz onlar gibi olmayız, biz çok büyüğüz ve biz bu dünyanın dışındayız!

Oysa herkes ölüyor, herkesi bir avuç toprağa gömüyorlar. Orada kim büyük, oraya varınca göreceğiz.

Sevgiyle kalın.