Elektrik direğine yaslanıp ayakkabısına kaçan taşı ayağını silkeleyerek çıkarmaya çalışan bir vatandaşımızın, elektrik çarptığını sanan yardımsever diğer bir vatandaşımız tarafından kafasına kürek, kalas vb. vurularak ölmesine sebep olduğunu duymuşsunuzdur. (Rize/Ardeşen Kasabası/Tunca Köyü´nde) En azından internet üzerinden "Türkiye'ye has ölümler" yazıp arattırdığınızda bulabilirsiniz. Son dönemlerde de "Dini Hayat" konusunda da durumumuz bundan pek de farklı değil. "Güleriz ağlanacak halimize" diyoruz ya, işte bu sözün bir anlamda izdüşümü. Thomas Fuller'e izafe edilen bir söz var. Cahillik üç türlüdür: Bir: Hiçbir şey bilmemek. İki: Gereken şeyleri bilmemek. Üç: Gereksiz bir sürü şey bilmek.
Bugün toplumumuzda karşı karşıya kaldığımız en önemli sıkıntılardan bir tanesi dini konularda özellikle "itikat/akaid" konusunda, Müslümanların dinini, dinin asli kaynaklarından öğrenmeme hastalığı yattığını görüyoruz. Bu hastalık, %99'unun Müslüman olduğu söylenilen bir toplumda farklı fikri ve itikadi ayrışmaları beraberinde getiriyor. Bugün ülkede, din eğitiminin yirmi yıl öncesine göre daha serbest olması, İlahiyat Fakülteleri'nin, İmam Hatip Liseleri'nin, Kur'an Kursları'nın sayılarının artmış olması, sağlıklı bir din eğitimini ve itikadi noktalarda düzgün bir toplumu beraberinde getirmedi. Zira resmi yollarla yapılan eğitimde dinin tabiri caizse hep kronolojisi öğretildi. Veya sayının çok hızlı bir ivme ile artması, nitelikli, kaliteli eğitim yerine günü kurtaracak bir takım programlarla eğitimin geçiştirilmesine sebep oldu. Tabii ki bu durum; "Hayat, boşluk kabul etmez." düsturunu bir kez daha yüzümüze çarptı. Toplumun ihtiyaç duymuş olduğu din eğitimini verecek bireylerin yeterli donanım sahibi olmadan alana sürülmüş olması, insanların beklentisi olan "dini duygu" ve "dini bilgi" bütünlüğünü de sağlayamadı. Bu durumdan istifade etmeyi, rant elde etmeyi bir yol olarak gören bir takım "dini çeteler" -bunların içerisinde 15 temmuz ihanetini bu ülkeye yaşatan fetö vb. unsurlar da söz konusu olduğu için çete demeyi uygun görüyorum- bu boşluğu bir anlamda kendilerine taraftar kapma, sayısal anlamda büyüme ve Mü'minleri, Müslümanları yani dindar ve muhafazakar olarak tanımlanan kesimleri kendilerine kanalize etme yolu olarak gördüler ve fırsattan istifade değerlendirdiler. İlk emri "Oku!" olan ve "kalemle yazmayı" Allah'ın en cömert olmasının bir tecellisi olarak ifade eden bir kitaba inanan Mü'minler, dini okuyarak kaynağından öğrenmediklerinden dolayı, özellikle mahalle pazarlamacısı, çerçi mantığı ile hareket eden bir takım kimselerin söylediklerini din olarak kabul edip, peşine takılıp gittiler.
Elbette ki bu durumun tarihi, sosyolojik ve psikolojik pek çok unsur ile beraber değerlendirilmesi gerekiyor. Özellikle geleneksel dini yapının 30 Kasım 1925'te yürürlüğe giren 677 sayılı "tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu" ile beraber meşrû ve legal yapıların, ciddi baskılara ve zulümlere maruz kalması, akabinde 1930'lu, 40'lı yıllarda baskı ve zulumlerin şiddetini artırmasından dolayı, meşrû dini eğitim ve Allah Teala'nın buyurduğu, Hz. Peygamberin duyurduğu orta yol/ana unsur olarak kabul edilen ehli sünnet itikadının yer altına itilerek bir anlamda illegalize olmasına sebep olmuştur. Yeraltına itilen özellikle sivil bir takım oluşumların büyük bir kısmı geçen 60-70 yıllık süre içerisinde sâfiyetini koruyamamş -sâfiyetini koruyanlar ale'r ra'si ve'l ayn- ve bir takım zihni bulanıklığa uğramıştır. Bu sürecin sonunda bu oluşumlar içerde ve dışarda birtakım kimselerin ekonomik, sosyolojik rantların iştahının kabarmasına sebep olmuştur. Son dönemlerde, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, İlahiyat Fakülteleri'nin, İmam Hatipler'in, Kur'an Kursları'nın yeterli birikime sahip, din eğitimcisi yetiştirememesinin oluşturmuş olduğu, sayısal ve kalifiye boşluğu, bu oluşum ve organizasyonlar doldurma yoluna gitmiştir. Ancak bazı oluşumların müntesiplerinin itikadi açıdan sahip oldukları akidenin, İlahiyat Fakülteleri'nde verilen eğitim ile yada Diyanet İşleri Başkanlığı'nın temsil etmeye çalıştığı dini aslî kaynaklarından öğreterek, topluma yaşatma anlayışından çok uzağa düştüklerini artık daha net müşahede edebiliyoruz. Bugün ülkemizde iki aşırı ucun, dindar muhafazakar insanları hegomanyası altına alma yarışına girdiğini görüyoruz. Ucun bir tarafı ifradı temsil ederken, diğer tarafının tefridi temsil ettiğini maatteessüf görüyoruz. İfrat noktasında bulunanların başlangıçta sahabe efendilerimize dil uzatarak, onları alelâde, sıradanlaştırarak bize kadar ulaşan dini geleneği bir anlamda yok sayarak, sarsma gayretinde olduklarını biliyoruz. Zira Sahabe, İslam fıkhının oluşumunda/usulünde "Sahabe Kavli" ve "Ameli Ehli-l Medine'nin" delil olarak kabul edilmesi ile Sahabe, bizim fıkıh külliyatımızın esas unsurlarından birisidir. Bununla beraber özellikle Hz. Peygamber (SAV)'in ahirete irtihalinden sonra "İcma" ve "Kıyas" ile ortaya konulan yada "Maslahat-ı Mürsele" çerçevesinde değerlendirilebilecek karar ve hükümlerin, Sahabe Efendilerimiz döneminde şekillendiğini de hesaba kattığımızda; bu anlayış sahiplerinin yaptığı, sahabeyi tartışılır hale getirmenin, bir anlamda İslam fıkhını tartışılır hale getirmek olduğunu söyleyebiliriz. Devamında, Sahabe'yi bertaraf ettiğini düşünen bu İfrat anlayış sahipleri, "hadisi şerifleri" yani dinin hikmet yönünü oluşturan, ameli ve pratik yönünü oluşturan sünneti hedef almıştır. Sünnetin bize ulaşmasında köprü vazifesi yapan da zaten sahabelerdir. Dolayısıyla önce köprüyü, sonra o köprünün diğer tarafında bulunan hadis ve sünneti inkar yoluna giderek, dindar ve muhafazakar insanların din anlayışına büyük zarar vermişlerdir.
Tefrit ucuna baktığımız zaman, güya kendilerini "ehl-i sünnet!" olarak isimlendiren ancak itikadi anlamda ki birtakım sapmalarını ve kabullenmelerini değerlendirdiğimizde ancak "ehl-i bidat" tanımına tıpatıp uyan grupların ve oluşumların olduğunu görüyoruz. "Sünnet savunuculuğu yapıyoruz" iddiasıyla diğer uca karşı İslam'ı savunduğunu söyleyen o anlayış sahipleri, maalesef bin dört yüz yıllık, İslam tarihinin gelişimi içerisinde, ana kaynakların dışında, bir anlamda gölge/gecekondu literatür olarak yığılmış bulunan israiliyat, mevzuat(uydurma rivayetler) ve hikayât türündeki bir takım gereksiz bilgileri "din" diye dindar ve muhafazakar insanlara anlattıklarını görüyoruz. Ana kaynaklarımız, Kur'an ve Sünnet ile Kur'an ve Sünnet eksenli oluşturulmuş olan dini literatürümüz, israiliyata, mevzuata ve hikayata ihtiyaç bırakmayacak kadar zengindir.
Tabi işin tuhaf tarafı gerek sünnet inkarcıları ve Kur'an'ın tarihsel bir metin olduğunu iddia eden kesim; gerekse israiliyat, mevzuat ve hikayat ile, yani gereksiz ve lüzumsuz bilgilerle piyasada yer alan oluşumlar ciddi anlamda taraftar bulabilmektedir. Bu oluşumların taraftar bulmasını, "bitli baklanın kör alıcısı olur" atasözü muvacehesinde mi değerlendireceğiz, yoksa şeytanın Allah'ın huzurundan tart edildikten sonra; "(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın." (Araf, 16-17) sözünün bir izdüşümü olarak mı yorumlayabiliriz? Ancak şu tespiti yapmakta fayda var ki; yazımın baş kısmında ifade etmiş olduğum, dini kaynağından öğrenmeme ve okumama hastalığının her iki uca taraftar olan dindar ve muhafazakar insanlar üzerinde kronik hale geldiğini görüyoruz. Dolayısıyla dini asli kaynaklarından "kitap ve sünnet" çerçevesinde bu insanlara anlattığımızda, "hazım" problemi yaşadıklarına şahit oluyoruz. İsrailiyat ve mevzuat türü hikâyeleri, Kur'an'daki kıssalar ile bir tutanlardan, eşit değerlendirenlerden tutun da; müntesibi olduğu şeyhini/hocasını/liderini yada tarikatının "Altın Silsile'sinden" kabul etmiş olduğu bir takım şahısları, peygamberlerin de üzerinde, hatta ve hatta daha da aşırı yorumlarla, haşa; "Allah" ile denk tuttuğunu söylemlerinden öğrenebiliyoruz. Thomas Fuller'in tanımlanmasında 3. Maddede yer alan bu "gereksiz bilgileri bilmenin vermiş olduğu cehaletle" bu oluşumlara kendisini kaptırmış olan kimselerin, zaman zaman Allah'ın ayetlerini kabul etmeme, reddetme yada kendi anlayışı çerçevesinde tevil etme yanlışlığına düştüğünü de görüyoruz. Bu yanlışı düzeltme noktasında uyarı ve ikaz da bulunduğumuz zaman da zaten, "Cumhuriyet Hocası!", "Sistemin Hocası!" olmakla itham ediliyorsunuz. Hatta kendi oluşumuna karşı duymuş olduğu aşırı taassup ve bağlılıkla size çok farklı iftiralarla da saldırabiliyorlar. Kendi anlayışından olmayan diğer Müslümanları, muhafazakâr ve dindar insanları, "öteki" olarak sınıflayıp, kategorize edip, rakip ya da düşman olarak yaftalayabiliyorlar. Özellikle Türkiye özelinde, son 15-16 yıldır, ifrat ve tefrit noktasında her iki uçtan da sivil oluşumların, dini hürriyetin daha da artmasını fırsat bilerek gemi azıya aldıklarına şahit oluyoruz.
İşin bu noktasında din eğitiminin temeli mesabesindeki İlahiyat Fakülteleri'nin şapkalarını önlerine koyup bir durum değerlendirmesi yapması gerekiyor. Biz nerede yanlış yaptık? Özellikle, 28 şubat sürecinin biraz öncesinde başlayan ve 28 şubat baskı ve zulmünün ivme kazandırması ile devam eden süreç içerisinde, İlahiyat Fakülteleri'nde, "Temel İslam Bilimleri" yeterli iltifatı ve yetkinliği göremedi. Bunun yanı sıra, felsefe derslerinin müfredatta daha fazla yer alması, tarihselci, tarihsici akımların İlahiyat Fakülteleri'nde iktidar savaşına girişmesi, bir anlamda bugün karşı karşıya kaldığımız bu kaotik duruma zemin hazırladı. Yine 28 şubat sürecinden sonra İlahiyat Fakülteleri'nin mezunlarının öğretmen olarak atanmaması, artı olarak DİKAB bölümü açılarak yarım bir müfredatla, yetiştirilerek özellikle ilkokul ve ortaokul seviyelerinde istihdam edilmesi bu kaosu daha da derinleştirdi. Toplumdaki en önemli unsur olan dinin, eğer meşru yollardan eğitimi yapılmıyor, dini duygular meşru yollardan karşılanmıyorsa elbetteki ifrat ve tefrit noktasında, sapkın itikâdi yapıların, dini duyguyu kullanarak toplumdaki dindar insanları yanlış kanalize ve provoke etmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. 28 Şubat süreci her ne kadar bitti gibi gözüksede artçılarının ortaya çıkarmış olduğu yıkımların hâlâ etkinliğini koruduğunu görüyoruz.
Geldiğimiz noktada her iki uçtan da dini, dar bir kalıpla yorumlama ve dar kalıbı da mutlak ve yegane din zannetme anlayışı, toplumda yıkıcı olmaya devam etmektedir. Peki bu sorunun çözümü için ne yapılabilir? Sayıları her geçen gün artan İlahiyat Fakülteleri'nin ve İslami İlimler Fakülteleri'nin baş başa verip, her şeyden önce kendilerine teslim edilen ve 4 yıl 5 yıl sonra toplumda din eğitimi verecek olan öğrencilerinin sağlam bir "ehli sünnet" itikadına sahip bireyler olarak yetiştirilmesini planlamaları gerekmektedir. İlahiyat Fakültesinden veya İslami İlimler Fakültesinden mezun olan bir öğrencinin, İmamı Azam Ebu Hanife'nin veya İmamı Şafii Hazretleri'nin, her ikisinin de "Fıkh-ı Ekber" isimli akaid kitabı olduğunu bile bilmemesi veya bu kitapları Fıkıh kitabı zannetmesi; Thomas Fuller'in 2. Maddede zikrettiği "gerekli olan bilgiyi bilmeyen bir cahil" olarak okuldan mezun olması yadırganacak bir durumdur. Diğer bir görev Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kendi görevlileri arasında da şayet her iki uçta militan derecesinde bağlılığı bulunan, "yemi Diyanet'in yemliğinden yiyip, yumurtayı mensup olduğu folluğa yumurtlayan" görevlilerini şayet ehli sünnet çizgisinde ıslâhı mümkün ise eğitip, yetiştirmesi; değil ise tıpkı fetö mensubu görevlilere uygulandığı gibi yolların ayrılması gerekmektedir. Otuz beş, kırk yıl mihrapta görev yapıp emekli olan bazı görevlilerin mevzuat ve hikayat türü bir takım hikayeler ile Kur'an kıssalarını eşit ve aynı değerde görecek cehalette olması kabul edilecek bir durum değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yapması gereken ikinci görev de; kimsenin kırılıp dökülmesine iltifat etmeksizin bu ifrat ve tefrit noktasındaki bütün oluşumların itikadi anlamdaki yanlışlarını açık seçik, ortalama her bir dindar ve muhafazakar insanın anlayacağı biçimde ifade etmesi ve vatandaşını gerçek, sağlam dini bilgi ile aydınlatması gerekmektedir. Burada idarecilere düşen görev ise bu oluşumlara oy kaygısıyla değil, ahiret kaygısıyla yaklaşmalarıdır. Yoksa bunu yapmadığımız zaman, Allah muhafaza yarın bir gün bu "dinidar grupların, oluşumların" dindar insanları bir karadelik gibi yuttuğunu ve dindar muhafazakar insanları birbirine, fetö'de olduğu gibi devlete, millete düşman edip çatıştırdığına, şahit olduğunuzda çok geç kaldığımızı fark ederiz. Bu konuda, bugünden tezi yok yapılması gereken asıl vazife, İslam dininin, "Kur'an ve Sünnet" eksenli, "Allah CC'nun buyurduğu, Hz. Peygamber (SAV)'in duyurduğu" din anlayışını toplumda hakim kılmak adına her bir samimi Müslümanın kendisine vazife edinmesi gerekiyor. Bunu yaparken de, bütün iletişim araçlarını, bütün argümanları kullanması lüzumu hissediliyor. Ama elbette ki her şeyden önce sağlam bir itikat, sağlam bir bilgi birikimini donanmadan da olmuyor. Anadolu topraklarında İslam, hiç bugünkü kadar garip kalmamıştı. Samimi, Mü'min insanların mücadelesi artık cehaletle, cahillerle olmak zorunda. Yoksa dinidarlar, dindarları dinden çıkaracaklar.