Bir asra yakındır insanımızın zihnine bir takım dayanaksız, heva ve heves ürünü, klişeleşmiş ve son kullanma tarihleri çoktan geçmiş bir takım sloganlar yerleştirilmiştir.
“Din, Allah ile kul arasında bir ilişkidir.”
“Dine değil, dinin devlet işlerine karıştırılmasına karşıyız.”
“Din ayrı devlet ayrı.”
“Din işini devlet işine karıştırma” gibi “Allah’ı bazı işlerimize karıştırıp bazı işlerimize karıştırmamak olan ve çağdaş şirki ifade eden” bir takım basmakalıp sözler, yaygın ve örgün eğitim yoluyla zihinlere yerleştirilmiştir.
Konumuzla ilgili, çağımızda yaşamış, büyük İslam Hukukçularından olan Prof. Dr Abdülkerim Zeydan şunları dile getirmektedir: "Birçok kimseler, İslam Dininin yalnızca ahlaka, insanın Allah ile olan münasebetlerinin düzenlenmesine önem veren dinî bir davet olduğunu; bunun ötesinde hayat olayları ile alakalı bir nizamın, devlet ve idare sistemlerinin bulunmadığını sanırlar. Böyle bir iddia İslam nizamının reddettiği ve aksini ortaya koyduğu dayanaksız bir görüşten başka bir şey değildir." (Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, s. 20).
İslam Hukukunda cezalar, Allah'u Teâlâ’nın emirlerine göre halkı idare, Allah yolunda cihad, emr-i bil maruf ve nehyi anil münker/iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak gibi hükümler vardır ki, bunları fertlerin kendileri değil, tabiatıyla fertler üzerindeki hâkimiyet hakkına dayanarak devlet uygular. Bu manada İmam İbn-i Teymiyye der ki: “Şüphesiz halkın işlerinin velayeti/üstlenilmesi, dinî vecibelerin en önemlilerindendir. Hatta onsuz yani devletsiz dinin devam ve bekasından söz edilemez. Çünkü Allah (cc) iyiliği emir, kötülüğü yasak etmiş, zulme uğrayanlara yardımı emretmiştir. Adalet ve cihad da farz kılınmıştır. Emirlere uyulması, cezaların konulması, adaletin uygulanması ve cihadın tayini ancak kuvvet ve devlet eliyle mümkün olur.” (İbn Teymiyye, es-Siyasetü's Şeriyye, S. 172-173). Devletin kurulması ise, zaten kanunların uygulanması için zaruridir.
Toplumu sapma, buhran ve çöküntülerden koruyacak olan aktif kuvvet, hâkimiyet sahibi devlettir. Hz. Osman (ra): "Allah, Kur'an ile önlenmeyenin hâkimiyetle durdurulmasını ister" demiştir.
İslam'ın devletsiz yaşadığı günümüzde, sırf vaaz ve irşatla toplumun kötüye gidişi önlenememiştir. Vaizlerimiz kürsülerde, hatiplerimiz minberlerde defalarca zinanın, fuhşun, içkinin, adam öldürmenin, insanları aldatmanın hem dünyevi hem de uhrevi birçok zararlarını anlatmışlardır. Ama kötülüklere giden kapıları ardına kadar dayayan, iyilikleri emretmeyen yani "taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakan" müşrik sistemlerin hâkimiyetindeki insanlar, her gün biraz daha buhrana sürüklenmektedir. Yeşilay Derneğinin içki tüketimi ile ilgili yayınladığı yıllık raporda, bir önceki yıla göre içki tüketimi bir milyon litre artarak çoğalmaktadır. Fuhuş pirim yapmakta, vergi rekortmenleri çıkarmaktadır. Genel olarak insanlar ibadetlerin semtine uğramamakta, zekât vermek için eller ceplere inmemektedir.
Devletsiz, bunların böyle olacağını zaten K. Kerim bize haber vermektedir. Yüce Mevla Hac Suresinde: "Onlar, o müminler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler" (22Hac:41) buyurmaktadır. Bu ayeti Kerime açık ve seçik olarak ortaya koyuyor ki, ibadetlerin de hakkıyla yerine getirilmesi, kötülüklerin önünün alınması ve iyiliklerin hâkim kılınması için İslamî devlet otoritesinin varlığı şarttır, "İslam devleti olmadan da İslam’ı ben hakkıyla yaşarım" diyenler yalancıdırlar. Yukardaki ayet onların aleyhinedir.
Rasûlullah (sav), Hicretten sonra cemaatten devlete geçince, devletin unsurlarının tamamını Medine İslam site devletinde oluşturmuştu. Yeni hukuk anlayışına göre devlet; “manevi şahsiyeti olan, hâkimiyet sahibi, belirli bir anayasası bulunan, sınırlı bir ülkeye sahip fertlerden kurulu bir topluluktur” şeklinde tanımlanır.
Bu tarifte beliren devlet unsurları:
- Fertlerden kurulu topluluk.
- Belirli bir statü ve buna saygı.
- Sınırlı bir ülkede ikamet.
- Hâkimiyete sahip olma.
- Manevi/hükmî şahsiyettir. (Dr. Mustafa Kamil, Şerhu'l Kanun-ud Düstüri, s. 25-26).
Bu unsurlar Hz. Peygamber’in (sav) Medine'de kurduğu ilk İslam devletinde bütünüyle mevcuttu:
-Ensar ve muhacirlerden meydana gelen ilk Müslümanlar insan topluluğu;
-Bu topluluğun saygı duyduğu nizam, kaide ve hükümleriyle İslam hukuku;
-İkamet ettiği ülke Medine idi.
-Sahip olduğu hâkimiyeti ise, devlet işlerinin idaresinde ve kamu menfaat ve hizmetlerinde başkan sıfatıyla Hz. Peygamber kullanıyordu.
-Topluluğun manevi/hükmî şahsiyetine gelince gayet açıktı. Çünkü Hz. Peygamber'in devlet başkanı sıfatıyla akdettiği anlaşmalar şahsı ile ilgili olmayıp hükmî şahsiyetinin varlığına dayanıyordu. Bu ise doğrudan doğruya devletin manevi şahsiyetiydi.
Medine'de ilk İslam devletinin kurulması ile Yüce Peygamberin şahsında şu sıfatlar toplanmış oldu: Allah'tan aldığı emirleri tebliğ etmek (nübüvvet sıfatı); İslam Devletinin büyük reisliği sıfatı (Devlet Başkanlığı sıfatı); insanlar arasında adaleti tevzi etmek (yargı sıfatı) böylece şahsında, peygamberlik görevine bağlı olarak yargı kuvveti ile yürütme kuvveti birleşmiş oldu. (Abdülkerim Zeydan, a.g.e, s.28).
Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; İslam, bir hayat nizamıdır. Hem din, hem devlettir. Bu dini bizlere getiren Rasûlullah da (sav), hem bir peygamber, hem de camide imam, cephede komutan, devletin başında devlet başkanı ve mahkemede hâkim idi.
Şu halde dini devletten soyutlarsanız, din devletsiz kalır ve devlet de dinsiz olur.