Dershane Demişken

Hakan Bahçeci

Hafta sonu sabah mesaisi saatlerinde dolmuş ve otobüslere rast geldiniz eminim. Şehrin dört bir yanından hemen her yaşta öğrenci Zafer durağında iniyor, hani şu trafiğe kapatılan cadde.  Ellerinde çanta, koltuk altlarında defter kitap, cephelerinde büyük tabelalar olan, dar kapılı binalara giriyorlar.

 

Caddenin, Alaadin Tepesi tarafına bakan ana cadde ve bir alt sokak, namı diğer Dershaneler Sokağı. Sahi o sokağın gerçek ismi nedir acaba? Tuhaf bir durum yok gibi. Hafta içi okula giden binlerce öğrenci, hafta sonu, bir türlü bitmek bilmeyen sınavlara hazırlık için dershanelere akın ediyorlar. Hani tam ifadeyle yedi yirmi dört ders başındalar.

 

Ticari anlamda, dershane sahiplerini karşıma alacak değilim. Çarkın içinde, parası olanı sınava hazır hale getiriyorlar. Orada çalışan öğretmenlere gıpta ediyor filan da değilim. Yine de “helal olsun!” demekten kendimi alamıyorum. Daha geçenlerde bir arkadaşım haftada seksen saat derse girdiğini söylemişti. Günde on saat derse girse haftada yetmiş saat yapıyor, kalan on saate vakit de buluyor. Öğrenci de biraz gayret etti mi, sayısal olarak dershane istatistik verilerde başarı yapmış oluyor.

 

Devlet okulunda aynı başarıyı gösteremeyen bir öğretmen yine devlet okulunda istediği başarıyı yakalayamayan bir öğrenciyi ne hikmetse çalıştığı bir başka özel dershanede başarılı duruma getirebiliniyor.

 

Yukarıda özetlemeye çalıştığım durumun dışında bir nokta var aslında hatırlatmak istediğim. Haftanın yedi günü dersliklere koşturan ortaokul, lise, lisans öğrencisi bunca gencimiz ne ara kültürel bir etkinliğe, sosyal bir aktiviteye, akraba ziyaretine, ülkesinin güzelliklerini gezip görmeye vakit buluyor?

 

Müziğimizin, resmimizin sığlaştığından yakınıp duruyoruz. Fotoğrafçımız, seramikçimiz hak getire. Sahi, bu yıl Devlet Tiyatrolarına Konya’da kaç kişi gitmiştir, kaçı lise öğrencisidir? Basketbol, voleybol, kayak, güreş filan geçtim, futbol millî takımımızın alt yapısını oluşturan amatör takımlardan eli ayağı tutulur kaç cevher var? Sanatın bir milletin en önemli hayat damarlarından biri olduğunu tekrar edenler, önümüzdeki on yılda hangi sanat dalından ümitliler?

 

Unutulmaya yüz tutmuş kadim kültürümüzden, eşsiz sanat dallarını ne yapacağız? Birkaç belediye, birkaç vakıf, dernek olmasa ebru yapan, tezyin ve hat çalışan, ney üfleyen, musiki ile uğraşan kaç kişi kalacak geriye?

 

Ömer Seyfettin olmasaydı çocuklarımıza hangi öyküleri tavsiye edecektik? Peki, Onun seviyesinde olmasa da, onu kadar kaliteli öyküler yazabilecek yeni bir kalem çıkmayacak mı? Bunca gencimizin arasında, Yahya Kemal’i, Mehmet Akif’i, Ahmet Hamdi’yi, Necip Fazıl’ı sadece test sorularından tanımakla kalmayıp, yazdıklarını okuyan kaç kişi var acaba?

 

Abarttım mı sizce? Abartmış olmayı, yanılmayı çok isterim. Bu millet; inceliği, sadeliği, vefası, maneviyatı, necipliğiyle kendi olabilmeyi ve kendi gibi kalabilmeyi başarmıştır. Çocuklarımıza reva gördüğümüz bu koşuşturmaca, acımasız ve mağfiretsiz bir yarış, bir net daha fazla yaptığında sıralamada geride bıraktığı rakibini artık hiç umursamayan anlayış, bizi sahip olduğumuz özgünlükten koparacağa benziyor.